
Hiçbir şey ve her şey aslında olmasını isteyeceğimizden çok daha yakın birbirine. Bu fark, karşıdan karşıya geçmek gibi ucuz bir metafora konu olmayacak kadar alçak olmasa da, eğer her an bilinçli olarak farkında olduğumuz bir durum olsa idi, varlığımızın tam merkezini işgal edip, bizlerin başka bir şey düşünmesine hiç şans vermeyecek kadar fazlaca yer kaplardı.
Her sabah yatağından kalkarken bunu düşünmüyordu tabii ki M. ancak bugün özel bir gündü. M. bugün çok iyi uyumuştu.
Çok iyi uyumak bazen insana iyi gelmez. M. de sanki hiç uyumamış ve dinlenememiş gibi esneyip, gerinip duruyordu. Paraşüt gibi geniş pijamaları bedeninden kayıp düşmemek için kendini zor tutuyordu.
"Bir kahve içeyim de kendime geleyim." diye düşündü M.
Mutfağa yöneldi.
"Kahve de var mıydı?"
Diye düşündü.
Yani tabii ki kahve denilen şey var idi, kahvenin tadı var idi, kokusu var idi, ancak kahveyi var yapan kahvenin sadece dolapta kendi halinde takılıp duruyor olması mıydı, yoksa kahvenin nerede olduğunun M. tarafından biliniyor olması mıydı?
Eğer M. kahvenin orada olduğunu unutmaya çalışsa idi, unutsa idi, kahve yine orada olur muydu?
M. bu konuyu iyice düşünüp taşınmadan denemeye karar verdi. En kötü ne olabilirdi ki?
M. önce gözlerini kapattı, önce kahvenin tadını unutmaya çalıştı. Başlarda zorlandı, gözlerini açtı, evin içinde volta atarak kendi kendine hırlamaya başladı. M. zaten hiç kolay kolay unutabilen biri olmamıştı. Yıllar önce dünyanın en saçma insanları ile yaptığı konuşmaları, beş yaşındayken annesiyle çıktığı doğa gezilerindeki kır çiçeklerinin kokularını, hatta çok isteyerek işlediği ve unutmayı çok istediği günahlarını bile bir türlü zihninden silemezdi. M.’nin yaptığı her eylem zihninin bir köşesinde mutlaka bir yer edinirdi. M. kolay unutan biri değildi. İlkokul arkadaşları ile bile hala konuşurdu. Ediz diye bir çocuk vardı mesela, rapçi olmuştu. M. onu hala takip ediyordu. Kim olduğunu biliyordu. Unutmamıştı.
M. böyle ne idüğü belirsiz şeyleri düşünürken kendisini fayansları yeşil döşeli bir orada, yoktan var ettiği bir lavabonun önünde dişlerini fırçalarken buldu. Sarı saçlarıyla aynaya baktığında önce bir şaşırdı. M.’nin saçları hiç sarı olmamıştı.
“Yoktan bir şeyleri var etmek yalnızca Allah’a mahsustur.” dedi, derinlerden bir ses. Kendi sesine benziyordu. M. Allah’a inanmazdı ancak yine de Allah’ın adını büyük harfle yazardı. Şeyler yoktan var oldukları gibi, vardan da yok olabilirler miydi? Yoksa bu da yalnızca tanrılara mahsus bir kudret miydi?
M. küçükken hatırlardı. Büyükleri gibi oruç tutmaya ve namaz kılmaya özenirdi. Ramazan’da sahura kalkar yemek yer, sabah kalkınca niyet eder, okula giderdi. Öğlen eve gelince acıkır orucunu bozardı. “Çocuk orucu” derdi buna anneannesi.
Gönlünü yapardı.
O zamanlar Allah’a inanmayı ne kadar da çok istiyormuş M. İnancını ne zaman yitirdiğini tam olarak hatırlamıyordu ancak inancını hangi ruh hali ile yitirdiğini çok net hatırlıyordu. Lisenin son yıllarıydı, M.’nin en cesur olduğu yıllar da bu yıllardı. Lisede hiç aşık olmamıştı M. ve çok insancıl değildi. Aslında bakarsanız M. çocukluğunu bu nedenle çok da iyi hatırlamıyordu.
Konusu bu değildi.
M. inandıkları uğruna birbirlerine maddi ve manevi olarak ellerinden gelen bütün caniliği yapan insanlara bakıp; “Bu insanların inandığı tanrı, onları sadece inançlı olduklarını iddia ettikleri için ödüllendirip, yaptığı şeyleri görmezden gelebilecek kadar merhametli; ama inanmayan naif bir insanı sadece ona inanmadığı için cehennemin en derin köşelerine, sonsuza kadar acı çekmeye yollayacak kadar cani ise ben o zaman inanmamayı seçiyorum.” demişti. M.’nin ileri sürdüğü bu fikirde bazı cümle düşüklükleri ve mantık hataları yok değil idi ancak M. bu cümleyi hiç dinlemediği matematik dersinin arka kısmına hırslı hırslı yazarken yalnızca bir çocuk idi.
M.’in de çocukluğundan hatırladığı tek şey bu alevli hırs idi.
M. yüzünde bir alev hissetti, bir sıcaklık. Bir şeyler yanıyordu, bir koku da alıyor muydu? M. görmek için ağzını açtığında hiçbir şey tadamadı. Sahi M. neredeydi ve oradan buraya ne ara gelmişti? Hatırlamaya çalıştı ancak hafızası derin bir karanlığa ya da çok parlak bir ışığa bakıyordu. Sonuçta insan her iki durumda da hiçbir şey göremezdi. M. neden göremediğini unuttu, önce saçlarıyla görmeye çalıştı, olmadı. Sonra elleriyle görmeye çalıştı, yine göremedi ama en azından etrafında dokunacak hiçbir şey olmadığını anladı. M. “Madem buradayım biraz daha uyuyayım öyleyse” diye düşündü. Sabah rutininde bir aksama olmuştu, M. bir şeyleri unutmuştu. Ancak M. kolay kolay unutan biri değildi. Bir şeyler olmuş olmalıydı.
M. neyi unuttuğunu bile hatırlayamadı. Bilinç ne kadar dolambaçlı bir şey idi. M. hafızasında iki adımlık bir yolculuğa çıkar çıkmaz adını bile hatırlayamaz hale gelmişti.
Gözlerini açtı.
Saatine baktı. Yine işe geç kalıyordu.
Ayağa kalktı, lavaboya gitti.
Işığı açtı.
Aynaya baktı, saçları sarı değildi.
“Şükür Allah’ıma” dedi.
Bu cümleyi kurduktan sonra neden olduğunu anlayamadığı bir sebepten dolayı kendi kendine güldü.
Dişlerini fırçalamaya başladı.
Dişlerini fırçaladı.
Dişleri artık tertemizdi.
M. elini yüzünü yıkadı, hala uyanamamıştı. Ne zaman uyanacak, kafasını kaldıracak ve azıcık hareketlenecek olsa, göz kapakları kırk iki buçuk kilometreyi zar zor bitirmiş bir maraton koşucusunun bacakları kadar ağırlaşıyordu. Kalp atışları ölüme ağır ağır yakınlaşıyor ve M. ağır mı ağır bir uyku haline kendini teslim ediyordu.
“Allah kahretsin.” diye düşündü. “Böyle zamanlarda insanın uyandıracak bir şey yok mudur?”
''Puf!''
M. korktu.
M. gözlerini açtı.
"Dolapta bir şeyler devrildi galiba." diye düşündü.
Mutfağa gitti, dolabı açtı, her şey yerli yerindeydi, dolabı kapattı.
Comments