top of page

Büyüklere Masallar II

Yazarın fotoğrafı: Bahar GümüşerBahar Gümüşer

BÖLÜM II


“Bunalım”


Doğu Yakasında kan gövdeyi götürürken, Batı Yakası halkının kaygısız ve mutluluk dolu yaşantısı derin bir sessizliğe gömülmüştü. Herkesçe sevilen kralları genç sayılacak bir yaşta hasta olup yataklara düşmüş, hiçbir şifacı kralın derdine derman olamamıştı. Çareler tükenince zaman zamansızlığa dönüşmüş, gömüldükleri sessizliği büyütmüştü. Büyüdükçe büyümüş, delirtici bir hal almıştı. Bu delirtici sessizlik bir mızrak olmuş, her sabah kralın yanında uyanan kraliçenin beynine saplanmıştı. Zaman ya da zamansızlık ölüm ve kalım arasında beklerken, kraliçe bir sabah kafasındaki mızrağı çıkarmaya uğraşmıştı. Var gücüyle mızrağa asılmış, sonunda başarmıştı. Kraliçenin kafasından fışkıran kanlar kralın üzerine sıçramış, bu esnada kral son nefesini ciğerlerinden içeri doldurup, son kez dışarı bırakmıştı. Batı Yakasında yıllar boyu hüküm süren derin sessizlik, kraliçenin feryadıyla son bulmuştu. Kraliçe kocasının ölümünü en içinde hissetse de, sonunda beklemenin yükünü omuzlarından atmış, kafasına saplanan mızraktan kurtulmuştu. Zaman mı daha yamandı yoksa beklemek mi, bunun üzerine düşünmemişti. Genç bir kadınken gördüğü tek adamı sevmiş, biraz yaşlandığında ise hastalanan bu adamın çaresini uzun yıllar beklemişti. Bekledikçe beklemiş, çare bir türlü gelmemişti. Çaresiz de olsa bu adamı sevmeye devam etmiş, bu kez uzun yıllar onun ölmemesini beklemişti. Ölümle kalım arasında geçen zamanda büyüyen sessizlik bir mızrak olup kafasına saplandığında ise, onu sevmeye devam ederken içten içe ölmesini istemişti. Kocasının ölüsünü saygıyla toprağa gömdükten sonra kafasındaki mızrak yarasını temizlemiş, ipek kumaşlarla sarmış, iyileşmesini beklemişti. Beklemekten nefret etmiş, sonunda delirmişti.


Halk kral için tuttukları yası bitirdiğinde, kraliçe delirmeye devam etmişti. Kral ve kraliçenin tek çocuğu olan küçük oğulları giyinip kuşanmış, babasının tacını kafasına takmış, tahta oturmuştu. Oturur oturmaz minik ayakları sallanmış, yere değmemişlerdi. Kralın tahttan sallanan ayakları herkesi güldürmüştü. İçlerinden yalnız kraliçe onun yere değmeyen ayaklarında bir adam görmüştü. Bu adam kraliçenin gördüğü ikinci adam olmuştu. Önceden çok sevdiği bu yeni adama görür görmez aşık olmuştu. Onun büyümesini beklerken beklemekle barışmıştı. Kafasındaki mızrak yarası iyileşirken delirmekten uzaklaşmıştı. Kraliçe gün gün akıllanırken, yeni kral büyümeye devam etmişti.


Küçük kral büyürken, başlarda aklı yetmediği için karışmadığı yaka işlerine aklı yetince de karışmamaya devam etmişti. Her sabah erkenden uyanmış, özenle kıyafetlerini giyinmiş, tahtında oturup pencereden dışarıyı izlemişti. Dışarıyı izlemekten sıkılınca babasının kitaplığını karıştırmış, okuduğu her kitapta babasından izler aramıştı. Zaman geçmiş, babasının kitaplığındaki tüm kitaplar bitmişti. Kitaplar bitince bu kez hiç ilgilenmediği yaka işleri ile ilgilenmiş, bu işleri ise yalnızca halkı dinlemekle sınırlandırmıştı. Her sabah oturduğu tahtına halktan birini kabul etmiş, akşama kadar hiç sıkılmadan dinlemişti. Kral, halkın ona anlattığı her hikayede babasını aramış, bulamadıkça daha da derinlere inmişti. Öylesine derinlere inmişti ki halkın çocukluğuna kadar inmişti. Ne kadar derine inerse insin babasını görememişti. Babasını göremeyince tahtından inip, onu aramak istemişti. Zaten kral olmayı hiç istememişti ama hiç hatırlamadığı babası öldüğünde, kral olmak için doğduğunu kabullenmişti. Tahttan inemediği her gün indiği derinlerde kaybolmuş, kendine camdan bir kafes inşa etmişti. Her sabah uyanmış, özenle kıyafetlerini giyinmiş, cam kafesinin kapısını açıp içine girmişti. Kapısını kilitlemiş, etrafta olup bitenleri görmüş ama duymamıştı. Bu kez duymadıkları ardında babasını aramış, yine de bulamamıştı. Duymadıkça dinlemez, dinledikçe konuşmaz olmuştu. Zaman akarken ya da dururken, masal dışı yıllar geçmeye devam etmişti. Her geçen yıl saray biraz daha sessizleşmiş, sonunda babasının hasta olduğu yıllarda olduğu gibi delirtici boyutlara ulaşmıştı. Sarayda hüküm süren bu yeni sessizliğin ise bir adı olmamıştı. Kimse hasta değildi. Kimse hasta olmadığından kimse de ölmemişti. Bu sessizlik bir feryatla bozulacak gibi değildi.


Kral her gün kafesinde ağzını oynatmadan kendisiyle konuşurken, kraliçe kralın camdan kafesini görmeden karşısına geçip bir şeyler anlatmaya devam etmişti. Kral kendisine anlattıkları yüzünden delirmeye başlarken, kraliçe cevap alamadıkları yüzünden unuttuğu deliliği tekrar hatırlamıştı. Genelde sessizlikten, bazense diğer şeyler yüzünden kralla kavgalar etmiş, karşılık alamayınca çıldıracak gibi olmuştu. Sonunda konuşmaktan vazgeçmiş, kralla içinden kavga etmeye başlamıştı. Kral, onun içinden ettiği kavgaları duymuş, tüm söylediklerine sessizlikle cevap vermeye devam etmişti. Kraliçe kralın gördüğü tek kadın olmasına karşın, kral kraliçenin gördüğü ikinci adam olmaya devam etmişti. Ancak birinci adam ortada olmadığından, durum eşitlenmişti. Kavgaları içlerinde büyürken, edebi bir kudrete sahip olan sevgileri de tıpkı kavgaları gibi içlerinde büyümeye devam etmişti. Birbirlerine olan bu kudretli sevgi, gün geçtikçe ana oğul sevgisinden uzaklaşmış, etrafını saran tutku nesneleri ile aşka yaklaşmıştı. Onlar tutkuya yaklaştıkça sevgileri hastalanmış, bu hastalıklı hal kavgalarının şiddetini artırmıştı. Dudaklarını oynatmadan birbirlerine olmayacak şeyler söylemiş, ses çıkartmadan kavgalar etmeye devam etmişlerdi.


Kral ve kraliçenin iç savaşları, içlerindeki kanın gövdeyi götürmesiyle son bulmuştu. İçleri öylesine kanamıştı ki, ölmüştü. İçleri ölünce de birbirlerine besledikleri aşk, yerini bilmedikleri bir duyguya bırakmıştı. Birbirlerini hem sevip hem nefret ederken, kraliçe konuşmadığı ve kral duymadığı için, saraydaki sessizliğe alışmak zorunda kalmışlardı. Onlar alışsalar da sessizlik, sessizlik olmaya devam etmişti. Sarayın her yanına yayılmış, delirtici gücünü sarayın tüm canlıları üzerinde ustaca kullanmıştı. Günler geçerken kral ve kraliçe içlerini yalnızca delirtici sessizliklerle doldurmuş, bu sessizlik için birbirlerini suçlamışlardı. Yerini bilmedikleri duygular içlerinden toplanıp gitmişti. Sessizlik onları delirtirken kral kraliçenin, kraliçe de kralın ölmesini istemişti. Biri ölsün ve kalan feryat etsin, bu sessizlik bitsin istemişlerdi. İkisi de yaşamaya devam etmiş, içlerinin ölüsünü gömmemişlerdi.


Batı Yakasının küçük kralı tahta çıktıktan hemen sonra, Doğu Yakası Sarayındaki katliam sessizliği, yeni kraliçenin doğurduğu ışıl ışıl oğlan çocuğunun ağlamasıyla bozulmuştu. Kral oğlunun şerefine tüm halkı doyurmuş, evlerini onarmış, onlara insan olduklarını anlatmıştı. Halk doydukça gülmüş, güldükçe güneşi de güldürmüştü. Güneş güldükçe çorak topraklarının yerini bereketli topraklar almış, halk sonunda açlık nedir unutmuştu. Doğu Yakasında yeniden doğan güneş herkese baharı öğretirken, kral çiçek açan her ağaç dalında uçurduğu kelleleri görmeye devam etmişti. Eski kralın kabusunda, sokak çocuğu kralın ise düşünde doğan bu oğlan çocuğunu yeni kral kimseyi sevmediği kadar çok sevmişti. Öylesine çok sevmişti ki ona bakınca uçurduğu kelleleri unutmak istemişti. Ne yaparsa yapsın, tıpkı küçük oğlu gibi tahtın varisi olan prenslerin kesik kafaları onu terk etmemişti. Önceden uykusunda unuttuğu kelleler oğlu büyüdükçe uykusunda da kendini hatırlatmış, rüyalarında bile gördüğü tek şey prenslerin kesik kafaları olmuştu. Bir akşam vakti kral, uyumak için girdiği yatakta gözlerini kapatır kapatmaz yine kestiği kafaları görmüş, içine dolan endişeye sonunda teslim olmuştu. Yataktan kalkıp tahtına oturmuş, her şeyden çok sevdiği oğlunu kesik kafalı prenslerden nasıl koruyacağını düşünmüş durmuştu. Gün ışıyınca aklına, Boşluk Nehrinin ıssız kıyıları gelmişti. Kimsenin oraya gidecek cesaretinin olmadığını bildiğinden, oğlunun orada güvende olacağına karar vermişti. Güneş en tepeye çıktığında bütün hazırlıkları tamamlamış, küçük oğluyla birlikte Boşluk Nehrine doğru yola koyulmuştu. Zamanın içine girmiş, geçmişini hatırlamıştı. Hatırladığı geçmişiyle yüzleşirken bir türlü Boşluk Nehrine varamamıştı. Ne boşlukta ne de hiçlikte bir yerde durmuş, oğluna bir ev inşa etmişti. Evin bahçesine ekinler ekmiş, ekerken oğluna şarkılar öğretmiş, onu burada daha mutlu olacağına inandırmıştı. Kral oğlunu ne boşlukta ne de hiçlikte bırakırken bütün sokak çocukları onu izlemiş, gözlerindeki ışık söndüğünden kral hiçbir sokak çocuğunu görmemişti. Kesik kafalar onu terk etmiş, kral bu kez tek başına saraya doğru yola koyulmuştu.


Kral saraya vardığında, ne hiçlikte ne de boşlukta oğlunu kimsenin bulamayacağından emin olmuştu. Kraliçenin yanına gitmiş, onu soymuştu. Bu kez kral kraliçeye sahip olmuştu. Sessizce kraliçeyi düzerken kraliçe ona oğluna ne yaptığını sormuştu. Kral bu soruya cevap vermemiş, doğru olanı yaptığına inanmaya devam etmişti. Kral kraliçenin içine her girdiğinde kraliçenin ruhu bu soruyla dolmuş, içinden her çıktığında ise ruhu diğer cevapsız sorularla dolmuştu. Bu birleşme, onların ikinci ve son birleşmesi olmuştu. Kralın büyülü dölleri kraliçenin içine hücum ettiklerinde, ikinci ve son mucize gerçek olmuştu. Kraliçe kalkıp aynaya bakmış, bu kez allaşan yanaklarına şaşırmamıştı. Aldığı derin nefes ciğerlerine dolduktan sonra ciğerlerinden vücuduna taşmış, hücrelerine son bir şans daha vermişti. Kraliçe bu son şansı en derinlerinde hissetmişti. Yine de daha derinlerde cevapsız kalan soruları bu şansa sevinmesine izin vermemişti. Karnı günden güne büyürken içine hassas bir terazi yerleştirmiş, oğlunu düşünmüştü. Oğlunu düşünmediği küçük kısa anlarda ise geri kalan düşüncelerini teraziye koymuş, terazinin kefelerini bir türlü istediği gibi doldurmamıştı. Kefeleri doldurmuş, boşaltmış yine de kralın iyi mi yoksa kötü mü olduğuna bir türlü karar verememişti.


Oğlunu ne boşlukta ne da hiçlikte bıraktıktan sonra kral, kestiği kelleleri bir daha hiç görmemişti. Kraliçenin günden güne büyüyen karnında bu kez bir kız çocuğu olduğunu hissetmiş, buna sevinmişti. Kesik kafaları düşünmeyi bıraktığında, sıra diğer düşüncelerine gelmişti. Ailesini katlettiği kraliçenin neden ona itaat ettiğine bir türlü anlam verememişti. Karnındaki çocuktan mı yoksa ondan korktuğundan mı dudaklarını ayaklarına değdirmişti, bilememişti. Peki ya neden dudaklarını değdirmişti de, öpmemişti? Bu soru onu kederlendirmişti. Kraliçenin yalnızca onu sevdiği için yanında durduğuna inanmak istemişti. İnanamamıştı. Bu sorular cevapsız kaldıkça kral kraliçeyi bir daha hiç görmemişti. Sorular büyürken kraliçenin karnı da büyümeye devam etmişti. En sonunda tıpkı kralın da hissettiği gibi bir kız çocuğu kraliçenin rahmindeki zamanını doldurmuştu. Kral doğan kız çocuğunun gözlerine ilk kez baktığında, unuttuğu kesik kafaları tekrar hatırlamıştı. Kız çocuğu büyürken bu kez soylu kadınların kesik kafaları yakasına yapışmıştı. Ne yaparsa yapsın onlardan kurtulamamış, kabus dolu uykuları onu yine uykusuz bırakmıştı. Bir gece yarısı yine uyumak için girdiği yatağından kalkmış, tahtına oturmuştu. Onu saran tedirginlikleri tanısa da, bu kez başka bir çözüm yolu bulmuştu. Gün ışırken uşaklarını çağırmış, sarayın en büyük odasını boşaltmalarını emretmişti. Uşaklar odayı boşaltmış, kralın diğer emirlerine uyarak duvarlarını beyaza boyamışlardı. Bembeyaz duvarlı bu büyük odanın zeminini kaz tüyü beyaz yastıklarla kaplamış, pencerelerini ayna yapmışlardı. Odanın inşası bitince kral, en az oğlu kadar çok sevdiği kızını bu odanın içine bırakmış, kapıyı kapatmıştı. Kapanan kapıya çiviler çaktırmış, kilitler taktırmıştı. Kızının burada güvende olacağına yürekten inanmış, soylu kadınların kanlı kelleriyle yüzleşmeden, onları kafasından atmıştı. Kızları büyük beyaz odasında büyürken kral ve kraliçe, aklındaki soruları düşünmeye epey zaman bulmuşlardı.


Zaman geçerken zamansızlık kendini unutturmuştu. Doğu Yakası Sarayı ritmik olmayan bir akışla monotonlaşırken, Batı Yakası akışsız bir monotonluğun esiri olmuştu. Geçen her gün bir önceki günün aynısı olmaya devam ederken, iki sarayın insanları da tek başına delirmeye devam etmişlerdi. Doğu Yakası kraliçesi kralın onu neden ailesi gibi öldürmediği merak ederken terazinin kefelerini doldurmuş, ne kadar uğraşsa da olan bitenden kralın iyi mi yoksa kötü mü olduğuna bir türlü karar verememişti. Kraliçe içinde terazinin dengesizliği ile günden güne sarsılırken, kral kraliçenin sevgisinden emin olmadığı için ona görmemeye devam etmişti. Kraliçe ilk gece koynuna aldığı sokak çocuğunu delicesine sevse de, oğlunu ne boşlukta ne de hiçlikte bırakan yeni kraldan nefret etmişti. Ailesinin ölümü için krala hiç kızmamış, katliam günü ise krala olan sevgisinden yanında durmaya devam etmişti. Kral gözden kaybettiği kraliçeden bunları hiç duymadan, sarayındaki kadınlarla gününü gün etmeye devam etmişti. Kraliçe kralın başka kadınların koynunda geçirdiği her geceyi görse de, kral kraliçeyi birlikte oldukları son geceden sonra bir daha hiç görmemişti. Kral kraliçeyi görmezken kraliçe de her gece kralın odasından çıkan kadınları görmemeye karar vermiş ve görmeye görmeye sonunda kör olmuştu. Bu körlük gözlerine inen kara bir perde gibi değildi. Her şeyi en canlı renkleriyle, en gerçek haliyle görmeye devam ederken aslında hiçbirini görmek istememişti. Kralın onu hiç sevmediğine inanmış ve kralın aslında hiçbir kadını sevmediğini kör gözleri ona göstermişti. Kralın sevdiği tek kadının kilitli kapılar ardındaki kızı olduğunu bildiğinden, kızını delicesine kıskanmıştı. Kızının çivili kapısını hiç açmamış ve kör olunca kapıdaki çivileri de görmemeye başlamıştı. Kraliçe kör gözlerinin ona gösterdiği gerçekleri görmezden gele gele, sonunda görünmez olmuştu. Günlerden bir gün tüm gören gözlerin önünde kaybolmuştu. O günden sonra sarayda kraliçeyi gören kimse olmamıştı.


Doğu Yakasının cevapsız soruları kral ve kraliçenin hayatını cehenneme çevirirken, Batı Yakasının akışsız monotonluğu delirtici sessizliklerinin ardında saklanmaya devam etmişti. Yaşadıkları her gün bir önceki günün aynısı olsa da, sarayda kimse bunu fark etmemişti. Sanki hiç yaşanmamış hissi uyandıran günler, fark edilmedikçe zamanı yavaşlatmış, sonunda durdurmayı başarmıştı. Kral her sabah fark etmediği güneşin ışığıyla uyanır, kıyafetlerini giyer, tacını kafasına takar, kendi inşa ettiği şeffaf kafesin kilitlerini açar, tahtına otururmuş. Oturur oturmaz kafesini tekrar kilitler, düştüğü çaresizlik çukurundan çıkmak için akşamın olmasını beklermiş. Akşam olduğunu sarayda yanan ışıklar sayesinde anlar, kafesinin kilitlerini açıp düştüğü çaresizlik çukurundan kafasını çıkarmayı başarırmış. Çukurdan çıkan kafasının aldığı nefesle odasına gider, kitaplar okur, yorulunca da fark etmediği uykulara dalarmış. Durmaya devam eden zamanın hiç yaşanmamış akşamlarından birinde kral, göz kapaklarını bu kez hiç uyumadığı tatlılıkta bir uykuya teslim etmiş. Bu uykuyu böylesine tatlı kılan şey ise gördüğü rüyaymış. Bu kralın sessiz ömründe gördüğü ilk rüyaymış. Rüyasında babasını aradığı kitaplar, dinlediği insanlar ve hikayeler havada uçuşuyormuş. Uçuşan her şey yavaşça toparlanmış ve şiddetli bir ışık yumağı halinde kralın kalbinden içeri girmiş. Rüyasındaki ışık kalbine girer girmez, kral uykusundan uyanmıştı. O uyandığında güneş doğalı çok olmuş ve ilk kez baktığı pencereden güneşin ne kadar parlak olduğunu fark edebilmişti. Güneşin parlaklığına bakarken bu parlaklığı kalbindeki ışığa benzetip babasının buralarda bir yerlerde olduğunu hissetmişti. Güneşi göremediği gibi bunca zaman babasının varlığını da fark edemediğini düşünmüştü. Giyinip kuşanmış, tacını orada bırakıp odasından dışarı çıkmıştı. Kendi inşa ettiği şeffaf kafesine hiç bakmadan, yalnızca kalbinde hissettiği ışığın rehberliği ile hiçlik ormanına doğru yola koyulmuştu. Yürümüş, attığı her adımda babasından izler bulmaya uğraşmış, bulamadıkça durmamış, yürümeye devam etmişti. Önceleri babasını bulamadığı her an kalbine dolan ümitsizliğin yerini rüyasında kalbine dolan ışık almıştı. Bu kez bulamadıkça ümitsizliği unutmuş, her adımda kalbindeki ışığın daha da parlamasına izin vererek, yürümeye devam etmişti. Yürüdükçe yürümüş, bir yere varamamıştı. Sonunda yorulmuş, hiçliğin en orta yerinde oturmuştu.


Batı Yakası kralı kendi inşa ettiği kafesinde, Doğu Yakası prensesi babasının inşa ettiği kafesinde büyümüştü. Kral ümitsiz kalbi yüzünden, prenses ise penceresi olmadığı için güneşten habersiz bir ömür geçirmişti. Önceleri aralarında dağlar kadar fark olan bu iki yakanın insanları delirdikçe birbirine yaklaşmıştı. Oğlunun uzun süre görmediği Batı Yakası kraliçesi bir zamansızlık sonra kör olmuştu. Tüm gerçekleri görürken görmemiş gibi yapmış, sonunda görünmez olmuştu. İki yakanın iki kraliçesi hiç sevilmemiş, sevilmedikçe buharlaşıp uçmuştu. Batı Yakasının bezgin yaz günlerinden birinde kraliçe, tıpkı Doğu Yakası kraliçesi gibi ortadan kaybolmuştu. O günden sonra hiç kimse, kraliçeyi görmemişti. Karnı doyan Doğu Yakası insanları bile iki yakayı delilikten kör olan kraliçeler kadar birbirine yaklaştırmamıştı. Bu hadiseden sonra iki yaka, ortak bir kaderin ortasında yerlerini almışlardı.


Doğu Yakası prensesi penceresiz sabahlarından birine uyandığında, hiç uyanmamış olmamayı istemişti. Bu his gözlerini her açtığında onunda birlikte olmaya devam etmişti. Güneşin doğmadığı bu odanın beyazlığı onun açılan gözlerini almış, onu delirtmişti. Gözlerini her açtığında tekrar kapatmış, artık kapatamaz hala geldiğinde ise yerinden hiç kalkamamış, gözlerini tavana dikmişti. Uzun uzun tavana bakmış, içinden hikayeler yazmıştı. Yazdığı hikayeleri kendisine anlatmış, anlattıkça büyümüş, büyüdükçe hiç tanımadığı kendisinden uzaklaşmıştı. Uyurken, büyürken, hikayeler yazarken ya da anlatırken fark etmez, odasındaki aynalara bir kere olsun bakmamıştı. Zaman geçmiş, o ise bunu hiç hissetmemişti. Sonunda içinde yazdığı hikayeleri tekrar içine anlatmaktan sıkılmış, duvarlarla konuşmuştu. Bir gün yine daldığı zamansız uykularından uyandığında, içinde yazdığı bir hikaye içini oldukça güldürmüştü. İçi gülmesine gülmüştü fakat aynalara hiç bakmadığından yüzü gülmeyi bir türlü öğrenememişti. İçinin güldüğü hikayeleri her yanını saray beyaz duvarlara anlatmış, duvarların da tıpkı içi gibi gülmesini ummuştu. Anlattığı hikayeler ne kadar komik olursa olsun duvarlar kaskatı durmaya devam etmiş, içi ise yumuşatamadığı bu sertlik karşısında çareyi ağlamakta bulmuştu. İçi ağlamasına ağlamıştı fakat aynalara bakmamaya devam ettiğinden yüzü tıpkı gülmek gibi ağlamayı da bir türlü öğrenememişti. Uyku ile uyanıklık arasında sıkıştığı odasında, zaman ondan habersiz akmaya devam etmişti. O ise bunu tek bir an bile fark etmemişti.


Prenses bir sabah ya da akşam vakti, bilmediği her şeyden kaçıp saklandığı uykularından yine uyanmak zorunda kalmıştı. Uyanır uyanmaz bu kez ilk defa, odanın rahatsız edici beyazlığının ardında saklanan aynaları fark etmişti. Yerinden kalkmış, bunu en son hangi an yaptığını bile hatırlamamıştı. Çelimsiz bacaklarıyla birkaç adım atmış, aynalardan birinin önünde durmuştu. Uzun uzun aynaya bakmış, bir şey görememişti. Biraz daha yaklaşınca odanın delirtici beyaz duvarlarının aynanın içinde parladığını fark etmişti. Bu parlaklığın onda uyandırdığı his heyecan olsa da, o heyecan nedir bilemeden heyecanlanmaya devam etmişti. Aynaya biraz daha yaklaşmış, içindeki ışığa dikkatlice bakmıştı. O bakınca ışığın içinde gizlenen adam daha fazla saklanamamıştı. Aynaya biraz daha yaklaşmış, kendisini hiç görmese de bu adamın kendisine çok benzediğini anlamıştı. Gördüğü bu adamı babası sanmış, bu kez göz bebeklerini aynaya yapıştırmış, gördüğü ışığa iyice bakmıştı. Göz bebeklerini aynaya yapıştırdığında, babasının ardına saklanan kadın da tıpkı babası gibi saklandığı yerden çıkmak zorunda kalmıştı. Prenses göz bebeklerini aynadan ayırdığında, karşısındaki kadını kendisi sanmıştı. Arkasını dönüp duvarlara bakmış, kendisine tıpa tıp benzeyen bu kadının kendisi olmadığını anlamıştı. Çok geçmeden ilk kez baktığı aynada bu kez annesiyle tanışmış, heyecan nedir bilmeden heyecanlanan içi gerçek olmayan tüm hikayelerin arasından yeniden doğmuştu. Doğar doğmaz yürümeye başlamış, hücrelerine dolan heyecanla sanki taşacak gibi olmuştu. Prenses bu kez yazmayıp yaşadığı bu hikayeyi anlatmak için duvara dönmüş, döner dönmez bundan vazgeçmişti. Ardından hiç görmediği kapısını görmüş, çivilerle çakılı ve kilitlerle kapalı bu kapıyı açmaya uğraşmıştı. Açamayınca yılmamış, birkaç adım geriye gitmiş, sağlam bir tekmeyle bütün çivileri sökmüş, kilitleri kırmıştı. Hiç çıkmadığı bu odadan çıktığında, istediği tek şey yazdığı hikayeleri anlatmak olmuştu. Çıplak ayaklarıyla sarayın merdivenleri inmiş, sonunda kendini sarayın hiç görmediği kapısında bulmuştu. Saraydan çıkarken bir tek annesi görmüştü ama görmemiş gibi yaptığından prenses kendini rahatlıkla dışarı atmıştı. Hiç görmediği dışarıya bakmadan, hızlı adımlarla hiçlik ormanına doğru yürümüştü. İstediği tek şey içinden yazdığı hikayeleri anlatacak birini bulmak olmuştu. Attığı her adımda onu dinleyecek birilerini aramış, bulamadıkça yılmamış, biraz daha yürümüştü. Yürüdükçe yürümüş, bir yere varamamıştı. Koca ormanda hikayesini anlatacak tek bir kişi bile bulamamıştı. Sonunda yorulmuş, hiçliğin en orta yerinde oturmuştu. Bir ateş yakıp hikayelerini hiçliğe anlatmıştı.




İlgili Yazılar

Hepsini Gör

Falcı

O an yolumu yolumu kesip el falıma bakmak isteyen falcının hocasından öğrendiği ilk kuralı çoktan unuttuğunu fark ediyorum. Artık...

Misafir

Halbuki sadece rüya görmek değil hayal etmek de uykuya dalabilenlerin hakkıdır.

Comments


  • Facebook
  • Spotify
  • Instagram

 © camduvar kültür sanat 2021

bottom of page