top of page

Dibi En Tatlı Yeri

Yazarın fotoğrafı: Atalay NallıdereAtalay Nallıdere

Çizen: Hasret Deniz Mercan

Katip: " Nasıl anlatırsan anlat." diye seslendi. Yüzünü yana çevirirken "Yeter ki ne anlattığın ilgi çekici olsun." diye tamamladı. Kalemini bana doğrultarak, “Burası yalan söylenecek bir yer değil, ona göre."


Köşkün önüne ayak basar basmaz iki jandarma koluma girdi. Karşı koyacak hiç gücüm yok iken koridorlarda beni sürüklediler. Beni katibin masasına getirip, boş sandalyenin karşısına oturttular. Onlar hışımla dışarı çıkarken, kapı kapanmadan katip içeri girdi. Kambur kambur, sakince sandalyesine yürüdü, sandalyesini eliyle hizalayarak oturdu. Yaşlıydı yaşlı olmasına ama katip bugün yaşından da yorgundu. Hesap alası veresi hiç yoktu. Sapı altın sarısı, ince parmak kalınlığında, kaz tüylü bir kalemi vardı. Kalemi mürekkebe batırınca, birden ciddileşti. Kalem de sahibinin sözünü dinlemiş, parmakları arasında her an kanatlanıp çırpınmaya başladı. Sonra “Nasıl anlatırsan anlat, yeter ki ne anlattığın ilgi çekici olsun.” dedi. " Ama burası yalan söylenecek bir yer değil, ona göre."


Kalemi uzun parmaklarının arasına doğan gibi dalıp çıktı, sinek kuşu gibi sayfanın üstünde durdu. İlk olarak, gagasını sayfanın üst tarafına defalarca vurdu. Katibin havada bekleyen elinin hareketsizliği ile irkildim. Önümde kanatlanmış, pır pır eden kaleme odaklanmışken dalıp gitmiştim. “Anlatsana ulan!” tehdidi ile serinledi ve arkasına yaslandı. Kıvırdığı yaprağın ardından bir boş sayfa daha çıkardı.


“Artık canım hiç istemiyor, bırakın gideyim. Bildiğim tek şey bu olsa da artık gezip dolaşmaya, kurtulmaya hiç hevesim kalmadı. Öğrenmeye, öğretmeye bile hevesim kalmadı. Kaynaklarınızı tükettiğim için utanıyorum, kendimi delinin biri gibi hissediyorum. Hakkımda ne derseniz kabul ediyorum.”


Kurtulsak da, her seferinde çaresiz, çulsuz şekilde tıpış tıpış geri döndüğümüzden, insanların tehditlerine alışmıştık. Bize acımıyorlardı, bizden nefret de etmiyorlardı. Bizden utanıyorlardı. Vücudumuzu bile görmek istemedikleri için, bize hiç dokunmadan işkence ediyorlardı. “Gidin, başınızın çaresine kendiniz bakın.” Her geldiğimizde bizi dünyanın başka bir köşesine sürüyorlardı. Dünya gerisini hallediyordu, dünya da bizden onlar kadar intikam almak istiyordu.


Geri geldiğimiz zaman “İtaatsizliğiniz sebebiyle sizden hesap soracağız!” diyorlardı. Katibin karşısına gelene kadar tekrar tekrar duyuyordum bunu. Dar bir dil kullanıyorlardı; işin garibi, hepsinin aynı cümleleri kullanmasıydı. Köylüsünden savcısına, hepsi kurtulmak isteyenden hesap sorma hakkını kendinde buluyordu. “Biz medeniyeti inşa ettik. Biz herkese su, ekmek verdik. Biz güneşi söndürdük. Biz yıldızlara ulaştık. Biz… Biz… Biz…”


Neye hesap verecek isek onu bile kendimiz inşa ettik, sizi bile biz yarattık. Biz sadece kurtulmaya çalışıyorduk; medeniyet artık eskisinden, diğerinden bile hesap soruyordu. Bozkırda, tundrada, çölde, vadide, ormanda, verimli topraklarda, biz sadece her zaman kurtulmaya çalışıyorduk. Ne duyup da hesap vereceğimiz bir hasetimiz, ne de ince ince planlayarak aldattığımız başkaları var oldu. Katip yine derin sulara dalıp gittiğimi gördü. Katip, duygularımın izini süremeyen beni, bir çırpıda çekip çıkardı. Oturduğum yerde bir silkelendim. Katibin gerçekten de hepsinin aksine hiç hesap soruyor gibi bir hali yoktu


“Bildiğin bir şeylerden anlat.” dedi, katip. “Ben tekniğini düzelteceğim. Yeter ki ne anlattığın ilgi çekici olsun.”

“Doğru metaforu bulamıyorum, yine de anlatayım mı?”

“Anlat ulan.”

“Bütün dünyayı çiğneyip geçmedik mi? Ayak bastığımız yerde yabancı olan ne varsa kurutup, sonra masum taklidi yapmadık mı? Suçu Yecüc ve Mecüc’e atıp, içten içe onların bizden alacağı intikamı beklemeye başlamadık mı? İşte hepsini gördük artık. Alın beni bu görevden.”


Hesap verdirselerdi, çok konuşmazdım. "Korktum, geri geldim." der, boynumu bükerdim. Ama katip bana bir usul usul, bir kaba saba “Anlat.” deyince, dilimin bağları çözüldü. Ne anlatırsam anlatayım o kafasına göre yazacaktı ya işte. Bir kez daha hikayemizin önemli olduğuna inandım, yoksa kendimden konuşup dururdum.


"Sonbaharın sonunda sürgün yerimize varmıştık. İlk adımımızda toprak gürledi. Sıralanıp yürümeye başladık, buzlar çatırdadı. Buzların altındaki çimenler donmuştu, koca ovada hareket eden tek şey akmaya devam eden nehirdi. Tepelerin eteklerindeki köyler birkaç nesil önce boşalmıştı. Geriye yalnız başına donup, çözülen ova kalmıştı. Ovanın kökü kurumuştu. Köylülerin arkalarında bıraktıkları sürüler bir mevsimde kırılmıştı. Sürüler dışında geriye ne kalırsa onlarda iki üç mevsim içinde serpilip dökülmüştü. Sadece donup çözülen buzun altındaki, mevsim mevsim renk değiştiren mor, mavi, boz, yeşil çimenler kalmıştı.


Derler ki; insanın da gitmesini kaldıramaz toprak. Ezildikten sonra, "dengesizdir, bozuktur" diye bir kenara atılmayı hiç kaldıramaz toprak. Suçun kendisinde bulunmasını kaldıramaz. Bir bakıma kibirlidir, bir bakıma da kendini iyi bilir. Üzerine ayak basanı, sıçanı, su dökeni, yaprak dökeni, kök salanı da iyi tanır toprak.


Ona bizi biriyle karıştırdığını söyledik. Ona bize ne denildi ise ilettik. Ekmeye fakat biçmemeye geldiğimizi, sürüleri değil fazlasını tekrar salacağımızı, fakat onu ezmeyeceğimizi, bozuktur demeyeceğimizi anlatmaya çalıştık. Saldığımız zehirlendi, ektiğimiz açmadı.


Safça artık ne kadar vahşi olduğumuzu bildiğimizi, pişman olduğumuzu o topraklara anlatmayı denedim. Benim neslim bütün dünyayı dolaştı, geldi yine senin ayağına düştü, dedim. Fakat vahşi olduğu kadar inatçıydı. Pişman olabileceğimize bile inanmadı. Alametleri gökte ararken yerde bulduğumuzu, aldığımız dersleri anlattım. Buna da kanmadı. Bahar gelince, toprak göz göz oldu, koktu iyice kabardı. Bize döndü, üstümüzdeki kıyafetlere baktı, acıdı bize fakat yine de inanmadı. Bakışları ile her şeyi nasıl yakmayı, ya da dondurmayı becerdiğimizi sordu. Mevsim boyunca sabahları yandık ve geceleri donduk.


Artık yok etmeyi bıraktığımıza ise onu hiç inandıramadım. Atalarımızın vahşetine tanık olduğundan beri, intikam hırsıyla yanıp tutuşuyordu. İnsanın neslini geri bekliyordu. Dönüp dolaşıp ona geri geleceğimizi, acemice onu tüketip gittiğimiz gün anlamıştı.”


Katip kalemi mürekkep kabının ağzına iki kez hafifçe dokundurdu. Nabzımı kalemin ucunda hissettim. Ne yazdığını bilmediğim için biraz endişelendim. Kalemin hâlâ çırpındığını görünce sakinleştim. Daha etkileyici olmak istedim.


"Bunların hiçbirini beni bu topraklara süren siz zombilere de anlatamadım. Siz zombiler hafızamızdaki vahşetin son ürünüsünüz. Biz bütün dünyayı dolaşıp onu katlettikten sonra hafızamızdan, masallarımızdan, genlerimizden, fışkıran vahşetin... Siz… Siz… Biz… Biz… Siz insanın vahşetinin gidecek yeri kalmamasının ürünüsünüz. Bizim ne kadar yaratıcı olduğumuzun, bizim sanatımızın, zekamızın en vahşi ve kanlı örneğisiniz


Sonrasında artık umut etmenin ne kadar mantık dışı olduğunun farkına vardık. Şimdi sana bunu anlatmaya çalışıyorum. Diyorum ki kurtulmaya katlanmaya hiç hevesim kalmadı. Artık olduğunu kabullenmişlerle bile dostluk edemiyorum. İçi boş çiğdemler hasat edip, içi boş çiğdemlerle yetinemiyorum.


Çünkü, çocukluğumuzda her zaman en renkli, en sert meyveleri seçerdik. Korkunç mısralar yazmaktan kaçınırdık, nereye kaybolursa kaybolsun umudu bir yerlerde bulurduk. Halbuki hareketlerimiz, nefes alışımız, sevişmelerimiz, nasıl seviştiğimiz, nasıl küfrettiğimiz… O zamanlar uyanacağımız bir rüyadan, yaşayamayacağımız bir dünyaya kaçıyorduk. İşte şimdi o dünyada dolanıp duruyoruz, hâlâ kurtulmaya çalışıyoruz.”


“Hikayeni hiç kendine anlattın mı?” diye sitem etti. Nefes verdikten sonra baygın gözleri kendine geldi. “Neyse, nasihat vermeyeceğim, nasıl olsa hiçbiriniz dinlemiyorsunuz. Nelerden kurtulmaya çalışıyorsunuz.” dedi, katip.

“Bilmem, sürekli kurtulmaya çalışıyoruz işte”

“Son zamanlarda nelerden kurtuldun?”


Bu soruya hayran kalmıştım, son zamanlarda başladığım bir şeyi devam ettirmemi sağlıyordu. Başladığımız şeyi, uzun veya kısa miras bırakabilmemize izin veriyordu.


"Birimizi nehri geçerken sular bileğinden kavradı. Nehir kendi payına düşen intikamı almak istiyordu. Artık içinde çırpınan bir şey yoktu ya, olduğu gibi akıp gitmek çok zevksiz idi. Yere kapaklanan adamın gözlerini ve ağzını diğer eliyle kapattı. Adam yüzü de kavrandıktan sonra sürüklenmeden, nehrin içine gömüldü. Bileğindeki kolye ben onu yakalamaya çalışırken koptu, elimde kaldı. Kolyenin taşları kopmuş ipten avucuma sürüklenip yere döküldüler. Çantasındaki tohumlar havaya savruldu, nehre döküldü. Bileklerimizin altında akan su hızlandı, aldı götürdü çiğdem tohumlarını. Nehir bile bir irade gösteriyor ki, intikam almak için. Bunu görünce, kurtulmaya bir irademiz kalmadı.


İkincimiz zehirlendi. Açlıktan kıvranıyorduk ki, mütemadiyen bulduğumuz otları kaynattığımız suların içine atıp içiyorduk. Mor çiçekleri demliğin içine serpiştirdik, suyun rengi önce maviye sonra bordoya çaldı. Çayı doldurunca bardaklar hışırdadı. İçince yüzü yavaşça şişti, nefesi kesildi. Şaşkınca teker teker yüzlerimize baktı, elini kaynayan suya uzattı. Sonra elindeki bardağı ağzına götürdü, taşan kaynar sular, göğsünden aşağıya aktı. Yeterince çırpındı. Sabah olmadan diğer iki kişi kamptan kaçtı. Onlarda kurtulmak istemediler, ama bizim gibi geride dönmediler.


Güneş doğarken yola çıktık, fakat arkamızdaki gölgesi arkamızdan geliyordu. Yer gürüldedi, çimenler dağa katılıp katıla katıla bize güldüler. Adımlarımızı hızlandırdık, dağın gölgesi tekrar yetişti. Etraf gittikçe karardı. Yine nehrin karşısına geldik. Çiğdem tohumları baş vermişti, nehrin içinde tohumlar önümüzden sürüklendi. Nehir boyunca yürümeye başladık, hava gittikçe karardı. Bizi bulduğunuz mağaraya daldık.”


"Bu kadar." dedim. "Ertesi gün bizi buldunuz ve uyandırdınız." Bir süre yazmaya devam etti, ciddiyetle bana döndü ve tekrar kasıldı.


Katip işaret edince, jandarmalar gelip, koluma girdiler. Yaklaşırken hücrenin köşesinden kafasını uzattı. Jandarmaların beni hızla sürüklediklerini görünce hemen hücrenin diğer köşesine koştu. Bacak bacak üstüne attı, sırtını dikleştirdi. Kafasını geldiğim yönün tersine çevirip sanki duvarları kazımakla uğraşıyormuş havası verdi. Oyununu devam ettirdim. İçeri fırlatılınca kafasını hafifçe çevirdi, geldiğime şaşırdığına neredeyse beni bile inandıracaktı. Sarılmak istedi, kendimi geri çektim. Sarılınca kollarımı nereye koyacağımı tamamen unutmuştum. Teselli etmezdim ama etmek istesem omzunun neresine dokunayım diyene kadar geçen zamanda artık garip bir yabancı olurdum. Yine de bana sarıldı, kollarımı ve ellerimi bir kütük misali uzattım. Göğsümü geri çektim.


“Artık kurtulmak yok. Hayatın dibindeyiz, ve hayatın dibi en tatlı yeri.”


Editör : Büşra Çelik

İlgili Yazılar

Hepsini Gör

Falcı

O an yolumu yolumu kesip el falıma bakmak isteyen falcının hocasından öğrendiği ilk kuralı çoktan unuttuğunu fark ediyorum. Artık...

Misafir

Halbuki sadece rüya görmek değil hayal etmek de uykuya dalabilenlerin hakkıdır.

Comments


  • Facebook
  • Spotify
  • Instagram

 © camduvar kültür sanat 2021

bottom of page