Semavi bir kahramana yönelik yetersiz bir girişim
Tarih
Buradaki hiçbir şey vaat edilmişlere veya vaaz edilenlere benzemiyordu. Geldiği yerde de hayal kırıklıkları pek farklı değildi. Doğduğu gün göbek bağını uçak pistine gömdüler, hayatında bir kez bile havalimanını göremedi. Dokuzuncu doğum gününde ilk türk kahvesini içti. Falına baktılar, uzun bir yol gördüler. Yirmibeş yaşını göremedi. Onyedisinde ilk kez aşık oldu, hayat sanki ona anlaşılmayı ve anlamayı vaat ediyordu. Ne kendini anlatmaya cesaret edebildi, ne de daha zoru olan diğerine. Yirmiikisinde eğitim hayatı sona erdi. Bunca yıl okuduğu her şeyin bir sebebi olduğunu düşünüyordu, başarının insanlar arasında doğaçlama bir şekilde geliştiğini gözlemledi ve içine kapandı. Hayatın bu kadar büyük bir hayal kırıklığı olduğunun herkes farkındaysa, hiç utanmadan nasıl kandırıyorlardı birbirlerini? Yaşattıkları ve hissettiklerinin bir olduğuna nasıl inanılabilir bu insanların?
Buradaki her şey ise ona ne bir kesinlik ne de bir evrensellik olduğunu gösteriyordu. Yaşamını, ikisinden birini hissedebilme beklentisi içerisinde geçirdi. Tanrı kulağına fısıldamalı insanın, ya da düşüncelerinin bir sistemi olmalı. İnsanları kulağına fısıldananlara duyulan inanç ile ikna edebilmeli, ya da düşüncelerinin anlaşılabilirliği ve tutarlılığı ile. Fakat burada ikiside yoktu. Burası geldiği yerden farklı değildi, yine sadece düşünceleri vardı.
Şimdi bir hayalet, uyuduğu için dökülen gözyaşlarını izliyor. Hiç aramadığı sormadığı için darılan ve yaşlarını dökerken dargınlığını bir anda şaşkınlıkla unutan insanlara bakıyor. Ve umursamıyor. Yirmibeşinden sonra farkına vardı; “Şimdiki zamanda, hakkında mutlu, üzgün, mesut, kırgın, sinirli olacak hiçbir olay gerçekleşmiyor. Şimdiki zamanı değerlendirmek için kullanılacak bütün düşünceler çoktan demode hale gelmişler.” Eğer bu insanlar üzgünse, bu bile onun için değil. Onlar kalanlar için üzülüyorlar. Öncelikle kendileri için üzülüyorlar, çünkü hala iletişecek birileri bulunmakta. Sadece bir hayalet olduktan sonra insan farkına varıyor; “Geçmiş zamanda gerçekleşenler şimdiyi ilgilendirmiyor. Bunun çoktan farkına varılmasaydı, seni çalıştırana kızgın olabilirdin. Uydurma olduğu çoktan farkedilmeseydi, peygamberlere savaş açabilirdin. Şimdiki zamanda bunların hepsi yersiz. Bunların yerine bir şey koyamayıp, konuşulan ve gerçekleşen her şeyin geçmişi tekrarladığını iddia edenler bunlardan da yersiz.”
Hayat bir zamanlar üremek için bir protokoller bütünüydü, sonra bir zamanlar kültürel aktarım için, sonrasında ekonomik sömürü için, şimdiki zamanda ise ne olduğu bilinmiyor. Bir köşede sızıp kalmak üzere, gelip onu toparlaması için tarih bekleniyor. İnsanlığın, o köşede sızıp kalana dek yapabileceği tek şey içgüdülerine güvenmesi.
Fakat bu düşüncelerin sahibi bile o kadar sinirli ki, belki şimdiki zamanı geçmişe tıkacak o yorumu bir türlü zihninde canlandıramadığı için. Bu düşüncelerin sahibi, belki bir hayalet, belki de bir hayaletin ruhunu ele geçirmiş bir insan.
Dünyanın Hali
Yaşlı bir adam uzun paltosuyla bankta yaslanmış ayaklarını yanında taşıdığı örümceğe uzatmış, boynunu tamıyla geriye bükmüş ve beyinciğini bankın sırtına yaslamıştı. Arada bir sigarasını yavaşça içerek güneş tepeye çıkmadan önce gökyüzünü seyredebilmenin keyfini çıkarıyordu. Yanından koşarçasına geçen insanların aksine tek derdi, zamansız çiçeklenen ağaçları ve filizlenen otları gördükçe, bulunduğu mevsimi bir de hissedebilmenin hasretini çekmesiydi. Sadece bir kez daha kışı yaşamak istiyordu. Oğlu yanına oturdu ve ona bir bardak çay uzattı. Bir yudum aldı; “Bu çoktan soğumuş.” – “Bırak o zaman ben içerim.”
Yaşlı adam uzun bir süre daha arkasına yaslandı ve gökyüzünü seyretti. Kış en sevdiği mevsimdi. Kışın bambaşka bir insan olduğunu hissediyordu, adeta gençleşiyordu. Hayatının en güzel anları kışa denk gelmişti. Kış gelince ümitlenirdi. – “Üzgünlüğümün sebebi ölüm korkusu değil, sadece kışın bir daha asla gelmeyeceğinden korkuyorum.” – “Saçmalama baba, haftaya kar yağacak diyorlar ya?” – “O şaklabanlara inanıyor musun hergele? Havada bulut görmeden, onların sözüyle yağmurun yağacak olduğuna bile inanmam.”
Yaşlı adam oturduğu yerde ağırca dikildi, üzerine dökülen yaprakları silkeledi. İnsan yoğunluğu azalmıştı. “Hep görünmez olduğumu düşünürdüm.” – “Sonra aslında herkesin senin için görünmez olduğunu anladın değil mi? Daha kaç kere anlatacaksın bu hikayeyi baba. Kaç yıl oldu artık bunlarla yakınmana gerek yok. O insanların hangisini gördün, kaçı hayatta kim bilir? İnsanlar yaptıklarını umursamaması, senin yaşamak için yarattığın bir illüzyon.” – “Sen de elbet birilerini seveceksin hıyar tarlası.” – “Merak etme benim hiçkimseyi sevdiğimi söylemek gibi bir niyetim yok.”
Haftaya kar yağmadı. Yaşlı adamda bir daha kışı göremedi. Oğluna da babasını son bir kez daha göstermediler. Çünkü bir dakika önce kendi kendine söylenirken, bir baktılar ki vücudu buz kesmişti. Oğul bir gün kendine gelemedi, sonra bir anda hayatın dertlerinin içinde buldu kendini. Oğul on günden sonra bir zamanlar bir babası olduğunu bile zaman zaman hatırladı.
Paradoks
İnsan kendini hayatındaki yaratıcılığı, hayatının çeşitliliğinin arttıracak paradoksu bulmak için kurguluyor. Yazar, bir Şubat sabahı sevgilisini terk ediyor ve fakat ömür boyu yazdığı bütün kitapları gizlice sevgilisine adıyor. Kitapları okunmasa yaptıkları sadece bir takıntı olarak kalıcaktı oysaki. Yazar okumalı bugün bir şeyler yazabilmek ve sayfayı karakterlerle doldurabilmek için. Ya da kalkıp sadece kahvaltı etmeli insan, hiçbir şey beceremediği zaman. Ne okuyabiliyor, ne dinleyebiliyor, ne de aklına bir karakter geliyor. O zaman alamadığı uykusundan ne diye uyanıyor? Odasından bir çıktı mı varacağı yere varana kadar titreyen dizleri ile; “Günyadınlar, herkese.” Sanki her an yere yıkılacakmış, selamına adıyla karşılık verseler heyecandan düşüp ölecekmiş gibi fakat yaşam ile dolu.
Oğul yazara özenip başka bir şehre kaçıyor, kendini adadığı hayaller üretiyor. Kışın geldiği hiçbir yer yok, fakat bu şehirde de ısınamıyor. Öncelikle cennete girmeyi ve babasını bulmayı, sonra çağlar boyu hatırlanılmayı fakat aslında affedilmeyi istiyor. Milyarlarca yaşamın gerçeği toprağın altına giriyor ve çürüyor, onlardan geriye kalan gerçeğin yaydığı ışığın kırılmaları. Bir profesörü bulsunlar şu caddeden bağırıp, benim diyeni ışığın kaynağının görüntüsünü oluşturamaz. Sayfalardan, mermerlerden ve tablolardan yansıyan ışıklar dünyayı dolduruyor, bir avuç insan toprağın altını kazıp çürümüş gerçeği kokluyor. En sonunda yazar gibi, İbrahim’in kurbanına kafayı takıyor. Yazar İbrahim’in nasıl inandığını anlayamıyor, nasıl üç gün boyunca o ürkünç yola katlanabildiğini. Oğul ise sadece yazarın nasıl sevgisinden vazgeçtiğini anlayamıyor. Bu yüzden aklında çıkmıyor kaybettikleri ve başka bir şehirde olsa bile odaklanamıyor hayatına. İki gün sonra geri dönüyor.
Kışın ortasında yalancı bir bahar havası vardı, ve aynı zamanda kat kat giyinmiş insanlar. Sokaklar ise tir tir titreyen insanlar ile doluydu. Her gün dairenin kazancısını kaloriferin kademesini bir seviye daha arttırırken görüyordu. İşe gitmek için otobüse bindi, motor durdu. Şöför indi, çıplak elle motora dokunmaya başladı, motor çoktan soğumuştu. Otobüsün tamir olmayacağını anlayınca yerinden kalkmaya karar verdi, kalan yolu yürüyecekti. Otobüsün geri kalanı ise bomboştu, insanlar kaybolmuştu.
Kendisinin görmek istemediği ama gözlerinin gördüğü insanlar vardı. Daha kötüsü gördüğü ama gözlerinin görmediği bir insan vardı.
Babasını kaybettikten sonra, tekrar yaşamın içerisinde bulunabilmek için, kendisine bir paradoks yaratmaya muhtaçtı. Yapabileceği basit bir şey vardı, birini bulup gönlünü eğlendirmek. Herkes ona acırken birini bulabilirdi. Fakat kimsenin zamanını boş yere harçamış olmasını istemiyordu. İşi bittikten sonra kimseye acı çektirmek istemiyordu. Kötüyü bilerek oynamaktan zevk almıyordu.
Diğer bir yandan kaybettiğini geri getirebilmek, en azından yerini doldurabilmek için, milyarlarca insanı hiç düşünmeden feda edebilirdi. Hemde kendi elleriyle, hunharca, vahşice, ve bir çırpıda, kan içerisinde. Sıcak bir elin onu uyandıracağını ve tekrar sabah yürüyüşüne çıkacaklarını hayal ediyordu. Aynı zamanda isteklerinden saklanıyordu; “Büyük umutlarla uyanmıyorum ki, gece olduğunda hiçbiri gerçekleşmeyince mutsuz yatayım.” Defalarca sordular, istediğini yapamayacaklarını bile bile; “Ne istiyorsun söyle yapalım? Seni böyle görmeye yürek dayanmıyor.” Buna cevap vermiyordu, istediğinin gerçekleşebileceğine kendisi bile inanamıyordu. Fakat yine de imkansızı istemeye devam ediyordu, sadece onun yanında sessizce imkansızı isteyecek başkalarını arıyordu.
Yalnızlık
İbrahim’e baktığı zaman insan, yazarın kullandığı hiçbir karakterin varlığına inanmasa da, imkansızı isteyemediği için kendini zayıf hissediyor.
Otobüsten indikten sonra, parkın yanından geçerken ellerinde neredeyse parçalanmak üzere olan peluş bir oyuncak için kavga eden çocuklara rastlıyor. Küçük olan, çocuklara has bir kuvvetle asılıyor. Ayakları neredeyse yerden havalanıyor. Büyük olan küçüğü yumrukluyor. Küçük olan bi çığlık atıyor ve elindeki oyuncağı bırakıyor. Büyük olan zafer edasıyla köşesine çekilirken doğrulmuşken, arkasından koşup bir umutla topuğuna tüm gücüyle bir tekme savuruyor. Büyük, payı olan acıyı hissedince artık dövüşmek istemiyor. Oğul dünyayı çocuklar sardıkça, anlaşılmaya olan umudun kaybedilmesinin aslında ne kadar doğal olduğunu düşünüyor. O anda, bu çocuklar kardeş olsalar bile yalnız kalıyorlar.
Kavşağın karşısında, yaşlı bir kadının koluna girmiş elinde torbalarla gülümseyen bir genci görüyor. Yaşlı kadınla sohbet ediyor, her söylediğine sabırla cevap veriyor. Karşıya geçer geçmez, teşekürrünü alır almaz ve arkasını döner dönmez yüzü asılıyor. Doğru olanı yapacak bir şey bulamadığı her an yüzü asılıyor.
İş yerine yaklaşmasına iki sokak kala, caminin imamına rastlıyor. İmam her zamanki gibi mutsuz, konuşmak için para almasa belki biraz yüzü gülecek. Çünkü her gün anlaşılmayacağını bile bile insanlara dil döküyor. Çalmayın diyor, insanlar çalmaya devam ediyor. En sonunda o da çalmaya başlıyor. Oysaki hiç konuşmaya başlamaması gerekiyordu.
İş yerine bir sokak kala, bir bank buluyor ayaklarını uzatıyor, ve beyinciğini bankın sırtına yaslayıp gökyüzünü seyrediyor.
Değişen Kanunlar
Demlendiği su sanki 5 dakika önce kaynamamışçasına çoktan soğuyan kahvesi kafasını kurcalıyordu. Kendi kendine söyleniyordu; “Niye soğuk bu?” Kimsenin onu dinlemesini dert edinmiyordu, kimse de artık onun söylenmesini. Babası öldükten üç gün sonra işe gelmeye başlamıştı. Kimsenin selamını bile almamıştı ki, baş sağlığı dilesinler. Böyle olunca kimse onun söylenmesi dert edinmiyordu. Hiçbir şey beceremiyordu, şimdiye kadar becerdiklerine sayıyorlardı. Yine de bu vefa çok uzun süremezdi, selam vermediği zaman o duman dağılmaya başlamıştı.
Yeni başlayanlar her konuştuğunda acaba kendilerini alakadar eden bir şeyler mi söylüyor diye heyecanlanıyorlardı. Sonrasında onun varlığına, kendilerinin onun için olan yokluğuna alışıyorlardı. Dikkat çekmeye bile çalışmıyordu sonuçta. “Söylendiği şeylerin sizin için bir önemi yok, çünkü sadece mecazi konuşuyor. Onu nasıl anlayabiliriz ki? Böyle fuzuli ve hayali şeylerin farkına vararak, bir türlü varmayan kışı kaçırdı.”
Söyleniyor ve bir mucize bekliyordu. İnsanların aklındakileri mucizevi bir şekilde anlamasını istiyordu. Onun yerine bir meleğin gelip aklındakileri etraftakilerin kulağına fısıldayacağını umuyordu. En azından, ona gönderilecek bir melek söylendiği her şeyi tercüme edebilirdi.
Söyleniyordu; “Eğer umursamıyor ise, varlığını umursamıyor olsa bile, şu noktadan sonra ayın ışıltısına sinirlenmenin bir anlamı yok.” Ayın ışıltısının etkisi o kadar uzun sürüyordu ki, bir sonraki gün onu tekrar görecek olana dek gözlerindeki kamaşıklık anca geçiyordu. Artık ayın ışıltısına sinirlenecek raddeye gelmişti. Ayın ışıltısına sinirlenmemek için söyleniyordu. Birileri aya ışığını kısması için sözünü ulaştırsın diye yalvarıyordu. Duygularının aradaki bariyeri aşıp düşüncelerine taşmasını engellemeye çalışıyordu. İkisinin birbirine karışması insanları zehirliyordu.
Koca kışı böyle söylenerek kaçırmıştı. Yaşanan şeylerin farkına yaz gelince varamazdı. Yaz gelince farkına varabileceği düşünceyi kimse umursamazdı. Halbuki elindeki kahveye biraz daha odaklansa daha önemli şeylerin farkına varabilirdi. Mesela kediler kış geldiğinden beri her zamankinden daha fazla yemek istiyordu. Her zamankinden daha fazla yemek yiyorlardı. Fakat şişmanlamıyorlardı.
Söyleniyordu; “İnsanlar neden bir gerçek olduğuna inanıyorlar. Aptallar.. Sonra da bu gerçeğe ulaşamadıkları için sinirleniyorlar.” Melekler fısıldadı, birileri kalktı onun için bir fincan kahve daha getirdiler; “Biraz daha sakin olabilir misin. Çalışmamız gerekiyor. Neden kendine bu kadar sinirlisin?” O an yalan söylemesi gerekiyordu. Kendini yermesi, kendinden nefret ettiğini söylemesi gerekiyordu. Yoksa insanlar onu umursamamaya devam edeceklerdi. Üstü kapalı konuşmaya devam etti; “Hiçbir şey bitmiyor da o yüzden. Ulaşılacak bir son göremiyorum.” – “Daha basit konuşabilir misin?” Kahve fincanına baktı; “Çoktan soğumuş şuna bakar mısın?”
Karşısındaki eliyle kahve fincanını yokladı. Kafasını iki yana salladı, gözlerini sıktı ve sandalyesine olduğundan on kilo ağır bir yükle oturdu. O da söyleniyordu; “Belki de sadece kabullenmek istemiyor.”
Davranmamak
“Davranmak dünyanın haline karar vermek. İnsan önce dünyanın haline karar verip sonra davranışını gerçekleştirmiyor. Bu ikisi eş zamanlı gerçekleşiyor. Çoğu zaman insanlar davrandıkları zaman neye karar verdiklerini bilmiyorlar. Bu ikisinin ne kadar iç içe geçtiğini anladığımdan beri, dünyanın haline karar vermenin bana düşmediğini düşündüğüm hiçbir konuda davranamıyorum. Duygularıma karar vermek bile bana düşmüyor.”
Söylendiği kişi aldığı notlardan kafasını kaldırdı. “Peki sözleriniz sizin için bir davranış örneği değil midir? Bunları söyleyerek dünyanın hangi haline karar veriyorsunuz?”
Sabırsızlanarak, ve sinirlenerek: “Söylediğim her şeyin benim için tutarlı olduğunu anlatabilmem için tekrar mı etmem gerekiyor. Davranmak, dünyanın haline karar vermek ve bu konuyu insanlara anlattıkça buna karar veriyorum. Buna karar verdikçe bunu insanlara anlatıyorum. Diyorum ya bu ikisi eş zamanlı diye.”
Anlattığını yeterli bir şekilde aktarabilmesi için somut bir örnek vermesi gerektiğini düşündü. Karşısındakinin cevabını dinlemeyi bıraktı, verebileceği iki örnek üzerinde düşünmeye başladı. Tek derdi hangisini anlatırsa daha az delirdiğini düşündürebiliceğiydi.
“Diyelim ki birini öldürmek istiyorum.” – “Kimi?” – “Birini. Herhangi birini. Nefes almadığını bildiğim zaman daha rahat bir uyku çekeceğimi düşünüyorum, o zaman aynı anda kendi kendime söyleniyorum. Çoğu insan sadece bu ikisinin eş zamanlı olduğunun farkında değiller. O kişinin varlığı her gün beni aşalığıyor, yoruyor ve çıldırtıyor mu? Çıldırdıkça ciddiyeti artacak bir şekilde o insanı öldürmek istediğimi insanlara aktarmaya başlıyorum. Her gün yüzüme bakıp yalanlar mı söylüyor ve aklım ile alay mı ediyor? O insanı öldüreceğimi direk kendisine söylüyorum. Dünyanın geldiği nokta artık ikimizin birbiri için tehdit olmasını gerektiriyor. Bir gün sokağın köşesinde karşılaşıyoruz, bana bakıp sinsice gülümsüyor ve yapamayacağımı mı iddia ediyor? O noktada boğazına sarılıyorum.”
Bu sözler kafası karışık dört yaşındaki bir çocuğun sözlerinden çok farklı değildi. “Peki hayatta ciddi gördüğün hiçbir konuda neden davranmıyorsun?”
“Sorun orada zaten bunun hakkında hiçbir fikrim yok. Sanırsam sadece bunun farkında olmamak gerekiyor.” – “Bence sadece değersiz hissediyorsun. Bunu neden kabullenemiyorsun?” – “Eğer öyle hissettiğime karar vermiş olsaydım ona göre davranırdım değil mi? Fakat öyle hissetmiyorum. Kendi açıklamanızı bana kabul ettirmek yerine neden önce benim açıklamamı çürütmüyorsunuz.” Gözleri doldu ve terlemeye başladı. Kapıya doğru yürüdü. Kimse onu durdurmak için bir çabada bulunmadı. Kapıyı kapattı, beklemesine rağmen arkasından tekrar açıldığını duymadı.
Binadan çıktı çevresine bakındı, az ötede sigara içtiğini gördü. Göz göze gelince sigarası bir anda söndü. Çakmak sordu, çakmak tutuşmadı. Gözlerine dolan yaşları görünce bir umutla yavaşça biraz daha sokuldu. “Bakalım sonunda davranmaya karar verdin mi?” – “ Hayır.”- “Neden ağlıyorsun o zaman? Hala davranmıyorsan senin için ne değişmiş olabilir ki?” – “Gerçeği mi istiyorsun, yalanı mı?” - “Ne saçma bir soru bu tabiki de gerçeği istiyorum.” – “Davranmıyorum, çünkü seni seviyorum. Seni seviyorum ama bunun için davranmama izin vermiyorsun. Sana olan sevgimi gösterebileceğim her yolu bana verdirdiğin sözlerle tıkadın. Seninle o ya da bu şekilde iletişime geçmediğim sürece benimle konuşmuyorsun. Ben de davranamıyorum.” – “Tamam yeter, ne yalan söylemeyi düşünüyorduysan onu istiyorum. Neden davranmıyorsun?” – Aslına bakarsak hiçbir yalan düşünmemişti ama doğaçlama bir şeyler uydurmaya başladı: “Dünyanın haline karar veremiyorum, ben de olabilecek her halinin olabildiğince kalmasına izin veriyorum. Bu yüzden spekülatif olmaktan kurtulamıyorum. Konuşmayı seviyorum ama her cümle ya ‘bana göre’ ile bitiyor ya da ‘belki’ ile. Kısacası, dünyanın haline karar vermek bana düşmüyor.”
Sarıldılar; “Sadece böyle olacağını hayal etmemiştim, artık sıkıcı olmaya başladı.”. Olduğu yerde beklemesini söyledi ve gitti. Saatine bakınca binanın kapısının önünde on, on beş dakikadır beklediğini fark etti. Hiçbir şey yaşamadan, dalgınlık içerisinde geçirdiği on, on beş dakika daha. Yaşadığı şu dalgınlıklar canını sıkmaya başlıyordu. Yine ağlamamıştı. Gözleri dolmuştu, terlemişti ama ağlamamıştı. Bir nevi ağlamasına gerek yoktu. Kendini toparladı ve biraz kafasını dağıtmak için insanların arasına karıştı.
Kalabalıkta olmaktan keyif alıyordu. Belirli bir sayıdan sonra insan benliğini kalabalığın içerisinde kaybediyor ve davranışlarının hiçbir önemi kalmıyordu. Kalabalık kendi başına onu oluşturan insanlar yerine kararını veriyordu. Yeşil ışıkta karşıya geçilmesimi gerekiyor, kalabalık onu adım atmaya itiyordu. İnsanlar toplu bir şekilde şemsiyelerini açıp, yağmurluklarını giyiyorlardı. Toplu bir şekilde yabancı gördüklerine sinirlenip, zülm ediyorlardı. Kalabalığın duyuları vardı, tepkileri vardı, ama kalabalığa karşı kalanın onunla nasıl iletişime geçeceğini anlayabileceği bir yöntem bulunmuyordu. Yabancı ona acımalarını istediği zaman, kalabalığın kulağını bulamıyordu. Kalabalığa çekingen bir şekilde dokunup derdini hissettiremiyordu. Yabancı içine bakacak gözleri karşısında bulamıyordu. Karıncaların hangi birinin kulağına fısıldamak gerekiyordu, hangi birini eğitmek gerekiyordu ki ona zülm etmesinler. Aynı şekilde arılar içinde bulundukları kalabalığın sorumluluğunu anlamak zorunda değillerdi, sadece durumun ne gerektirdiğini hissediyorlarsa, dürtülerini takip ediyorlardı. Kalabalık bu saatte evine dönmekteydi. Kalabalıkla birlikte yürüdü, istediği kavşağa varınca ayrılıp evine vardı.
Yalnızlık davranmamanın kolay olduğu bir başka haldi. Yalnız kaldığı ilk zamanlarda konuşacağı kimsenin olmamasına üzülürdü. Davranabilme becerisini kaybettiğine dair ilk belirtilere böyle göstermeye başladı. Eve girince artık alışageldiği sitemlere maruz kaldı; “Bir kere selam versen halimizi hatrımızı sorsan ne olur?” Elbet bir gün bu sitemler bir şekilde sona erecekti. Gidip ekmek almasını istediler. Fırıncının selamına da karşılık vermedi, ekmeğin fiyatını el hareketiyle sordu. Fırından yeni çıkarken dumanı tütüyordu, ama eline aldığında ekmek soğuktu. Gugusunu koparıp yediğinde çoktan bayatlamıştı. Parasını bırakıp çıktı. Konuşmayı bırakması davranabilme becerisini kaybetmesinin ilk belirtisiydi. Sadece hiç gülmemesine rağmen şakalar yapıyordu ve sadece sırıtıyordu.
Eve gelince bir sitemle daha karşılaştı “Ağlarsın kendine gelirsin diyordum, bir gram değişmemişsin. Gidip ağlamayan var mı? Biraz daha insan gibi hissedersin diyordum. Ağlarsında insan olduğunu hatırlayabilirsin belki.” Uzun zamandır hiç ağladığını görmemişlerdi. Ağlamıştı ama sadece onların göğsünde değil. Davranabilme becerisini kaybetmesinin ikinci belirtisi, duygularını yansıtmamasıydı. Aynı zamanlarda ağlamayı bıraktı.
Öte yandan sürekli yorgun hissediyordu, hep ağlıyormuş gibi. Elleri titriyordu, sanki sinirden küplere biniyordu. Teni buz gibiydi ve hissettiği hiçbir varlığın gözlerine bakamıyordu. Kendisinden daha soğuk bir ten arıyordu, onu da bir o kadar soğuk hissedecek. Bir şeyler hissetmek zorundaydı. Sadece ne hissediyorsa, hissettiklerini anlaşabilecek şekilde yaşamayı ve aktarmayı çoktan bırakmıştı.
Yalnızlık içerisinde ne konuşmaya, ne ağlamaya gerek yoktu. Yalnız insanın, iletişime ihtiyacı yoktu. Yatakta öylesine uzanıyordu, odasının kapısı çaldı. Masanın üzerine bir tepsi bırakıldı. “Birazcık bile olsa değişmek için insanın içerisinde bir istek, umut olur. Yalnız değilsin ya bak biz burdayız, bizim için biraz çabalasan en azından iki kelime etsen ne olur?” Bir tepki alamayınca yine sitem etmeye başladı; “Biliyor musun, aslında kendi kendine konuşup konuşmadığından bile şüpheleniyorum.” Tepsideki çaydan bir yudum aldı. Yatağına döndü yatağı çoktan soğumuştu.
Sevgi – bir kez daha
Sevmesi gerektiğini hissetti. Çıkar çıkmaz olmasa da, karşısına çıkan ilk kişiyi seveli biraz olmuştu, seveli kendi kendine söylenmeyi de unutmuştu. Söylenmeyi bile kesince onu zorla psikoloğa göndermeye başlamışlardı. Kendisini sevmeye şöyle motive etti; "Zor olmasa gerek.". Karşısına çıkan ilk kişiyi sevdiği için kendisinden korktu; “Zor olmasa gerek ama en azından insanın sevmek için bir tercih hakkı olmalı.”
Sevdi, sevdiği kişi onun için tuz oldu. Su oldu. Yaz günü terlemek oldu. Kış günü taktığı atkı ve eldiven oldu. Sevdiği kişi, kuruyan kalbine krem oldu. Yeterince uyku oldu. Sabah alarmı oldu. Başı dönüp, yalpaladığında onu yolda tutan bir duvar oldu. Adımlarına ritim oldu. Akıp gitmeyen, son dakikasına vurduğunda tekrar aynı saati gösteren bir gün oldu. Onun için açılan kapılar oldu. Sadece kapılar kapandığında içeri giren sevdiği olmadı. Ne içeri girdiğini, ne dışarı çıktığını gördü. Özellikle bu kadar sevmesi çok kolaydı.
Yokluğunda gelmediğinin farkına varmadığı kış oldu. Üşüdü, olması gerektiğinden fazla üşüdü. Konuşurken sevgi oldu, konuşacakları bir şey kalmadığında ise susarken bir takıntı oldu.
Bakıştığı binalar yıkıldı, fakat ağaçların yaprağı dökülmedi. Önce kendisi olmaya çalıştı. Kendisi iken, sevdiği kişi cebine sığmayacak her şey için bir çanta oldu. Kendisini değiştirmeye çalıştı. Kendisine yetişemedi. Sevdiği kadının gri gözlerine ve soluk tenine de yetişemedi. O zaman sevdiği kişi, artık çantasına da sığmayan ağır bir yük oldu. Gözlerine yaşlar doldu.
Ağlayınca, sevgisinden korktu, sevmediklerinden vaaz almaya gitti; "Farkına varmaya değer hiçbir şey yok. Hayat, sevdiğinizi saklamak için çok kısa bir seksen yıl." Başkalarına verilen vaazları dinledi; “Bekliyorlar ya 4-5 sene bir altı ay daha bekleyemezler mi?” Hayat duygular için kısaydı ama geri kalanlar için yeterince uzun.
Babasının sözleri aklına geldi; “Görmek kolay ama görülmek çok zor.” Ekledi; “Bir ömür boyu.” Oğul bu sözlerden, ne dese anlaşılmayacağını öğrenerek susmaya karar verdi.
Mektuplar, Yazılar ve Sözler
İnsan tutmasının imkansız olduğu sözler vermemeli. Yatıp kalkıp verdiğiniz sözleri hatırlıyor ve getirdikleri yüklerin içerisinde çırpınıyor olabilirsiniz. O zaman tutmanızın imkansız olduğu bazı sözler vermişsinizdir. Bazı sözler süreklidir, bazıları anlık. Tutulması imkansız olan sözler çoğunlukla süreklidir. Kimse samimi ve şaka yollu olmadan tutulması imkansız olan anlık sözler vermez. Sözün sürekliliği genellikle bir tutuma, davranışa veya duruma koşulsuz bağlı kalmayı gerektirir. Bazen bu çok kolaydır, bazen de imkansız. İmkansızlığı basit bir anlamda bir çelişki olarak tarif edebilirsiniz; sizi tarif eden herhangi bir duygu, davranış veya durum ile çelişen sözler vermiş olabilirsiniz. Veya daha sofistike olmak istiyorsanız; verdiğiniz söz ile dünyaya getirmeye çalıştığınız normatif bakış açısının, ortak akış içerisinde huzurla yaşadığının farkında olduğunuz, olası diğer bakış açılarını yok saymasını kaldıramıyorsunuz diyebiliriz.
Eğer dünyaya olan bakış açılarınızı kısıtlamak istemiyorsanız verebileceğiniz sözler olarak geriye sadece akşam ne pişireceğinize, yarın ne izleyeceğinize ve işinizi ne zamana bitirip bitirmeyeceğinize dair verebileceğiniz sözler kalıyor. Onları da vermeyi verin. Aklı başında bir insan zaten en ufak sözlerin bile kişinin kendi eliyle özgürlüğünü kısıtlamasına yol açtığının farkındadır. Bununla birlikte bazen kişi yapabileceği davranışların çeşitliliğinden söz vererek kendini arındırır. Böylelikle verilen sözler, her zaman kısıtlayıcı olmak ile birlikte insanı olmadığından alıkoymadığı için pozitif anlamda da kullanılabilir.
İstifa ettiğinde bir söz vermişti; “Bir daha adım atarsam namerdim.” Sözünden dönse onu kabul edecek bir grup insana küfür etmişti. İstifa edip yazı yazmaya başlamıştı. Sabahtan akşama kadar odasında yazıyordu. O günlerde doldurulacak çok gazete sayfası vardı. Okunmasalar da yazdıklarını birileri satın alıyordu.
Sözünü bozmak insanın bulduğuna inandığını iddia ettiği kişiliğinden, (yalanlar ile dolu olsa bile) sözünü tutmuş olduğu süre zarfındaki çabasından vazgeçmesidir. Sözünden vazgeçmek, ya insanın kişiliğinin veya durumların değiştiğinin farkında olduğunun göstergesidir. Sözünü bozmak söz verilen durumu, söz verilenleri yok saymaktır. Sözünü bozduktan sonra insan kişiliğini daha radikal bir şekilde değiştirmek zorunda kalacaktır. Verilmiş veya verilmemiş olması gereken, insanların kişiliklerine karşı endişe ve korku içerisinde çırpınmalarına yol açan o kadar çok söz var ki.
Davranmak dünyanın haline karar vermek. Daha da kötüsü, davranmak olduğun insanın kim olduğuna, bir nevi kişiliğine karar vermesi. Davranmak insanın düşüncelerine duyduğu inancı körüklemesi. Bu günlerde ise tek yaptığı sabaha kadar uyumamak ve öğlenleri ise yataktan kalkmak bilmemek. Verdiği sözlerden ikisinin odak noktası masanın üzerinde yükselen iki adet kağıttan kule. Odanın camı bu kuleler masanın ortasına tüten küllüğe devrilmesin diye hiçbir zaman açılmıyor. Dış dünyadan izole kaldıkça, içeriye sızan sesler ve kokular anında yok oluyor. Her şey kapalı kaldığı sürece, dışarıda gerçekleşen her şey bu odanın içerisindeki gerçeklik ile alakasız. Kış gelmiyor ama odası ısınmıyordu.
Masanın bir köşesinde biriken mektuplar bulunmakta. Mektupların çoğunun kimden geldiğini bile bilmiyor, sadece odanın parçası oldukları için en azından kış gelince yakarım diye açmadan masanın üzerinde biriktiriyor. Mektup gönderdiğini tahmin ettiği bir çok insana artık selam vermek bile istemiyor. Hata ile yazdıkları bir satırı, veya isimlerini görmemek için bazı günlerde mektup kulesinin üzerine perdeyi çekiyor. Yeni bir mektup geldiğinde koyacak başka yer bulamadığı için, gözleri kapalı bir şekilde perdeyi olduğu yerden kaldırıyor ve mektubu kulenin arasına koyuyor. Sonra bir başka gün tekrar perdeyi mektup kulesinin üzerine geriyor. Onu bir düğüne mi davet ediyorlar, yoksa şehrin bir ucunda, normal şartlarda, en azından nezaketen de olsa katılması gereken bir cenaze töreni mi vardı. Bedeni çoktan soğumuştur zaten ve açıkçası umurunda değil. O verdiği sözlerini tutması gerektiği şekilde davranıyor.
Yaşamını devam ettirebilecek kadar para kazanmasını sağlayan diğer kağıt parçaları da masanın diğer köşesinde birikiyor. Yazdıklarının masann üzerinde biriken kısmı olur da tekrar okursa bir gün eli yüzü düzgün bir şeyin parçası olurlar umudunu temsil ediyor. Diğerlerini çoğunlukla yazar yazmaz bir dosyaya sıkıştırıyor, akşam üzeri gelip alıyorlar. Muhtemelen hiç dönüp okumamıştır ama ona en çok para kazandıran cümlesi şuydu; ”Şükür ediyorum ki, böylece para kazandığım uğraşımı verdiğim bir söz olarak görmüyorum, yoksa insanların bana muhtaç olduğu hissiyatı ile bir şekilde ölümsüzlüğü keşfedebilirdim.”
Ayak üstü konuk olarak işlemeye söz vediği ders için gitmesi bildirilen yere ulaşmasını sağlayacağını bildirilen otobüse biniyor. Çevresindeki insanların titreyen ellerine, seyrek beyaz saçlarına, kıvrılmış kıpkırmızı boyunlarına göz gezdiriyor. Hepsinin gözleri çökmüş durumda. Nasıl oluyorsa, hepsinin bu dünyayı değiştirecek güçlerinin bulunduğuna dair bir inançları var. Ellerinde ilaç kutuları, telefonda serzenişte bulundukları yakınları ve ters ters baktıkları diğerleri... Bu insanların her biri geçmişe ve o ana bakıp onları hasta eden sahte nedenler arıyorlar. Başka bir gün kendisine dert edinmiş bir şekilde onun adında bir yazı yayınlanıyor; “İddia ediyorum ki çoğu verdikleri sözlerden dolayı bu haldeler.” Söz verdiği gibi, ineceğini söylediği durakta iniyor. Bineceğini söylediği diğer otobüsü bekliyor; “Ben olanı umursuyorum, ben olanı yerine getiriyorum, ve ben olandan vazgeçemiyorum.”
Yanından geçerken durağın falcısı elini tutuyor; “Delikanlı kime karşı ne hissediyorsan kesinlikle söylemelisin. Her şey gönlüne göre olacak. Sevdiklerinin, sevmediklerinin, herkesin gönlü tam ne hissediyorsan ona göre senin karşında.” Falcıya cevap olarak otobüste oturup takip eden satırları kaleme alıyor, dönüp en azından bir kere okuyup yayınlanmamaları gerektiğini tescilliyor; “Verilen sözlerin tutulması, kehanetlerin tutmasından çok daha önemli. Belki de çok safım bilmiyorum. Verdiğim sözler ben oluyor, fakat hissettiklerim ben olmaktan çıkıyor. Benliğime dair olan bilincim, kişilik ve davranışın en az dakikalar bazen günlerce gerisinden geliyor.” Yine de falcıya cüzdanınından ne çıkarsa tutuşturmuş bulunmakta.
Varacağı yere yaklaştığını hissettikçe kıyafetleri ona gittikçe daha bol hissettiriyor. Önce parmakları eldivenlerinin içinde kayboluyor, sonra ayakları yerden kesiliyor. Bir durak sonra kollarında hissetiği kaşıntı kayboluyor. Şapkası düşmesin diye çıkarıp kucağına koyuyor. Ceketinin ona büzüşüyormuş gibi geliyor. O anda biri koluna dokunuyor. Arkasını döndüğünde ona gülümsüyen bir surata rast geliyor. Önce bir korku, sonra bir şaşkınlık, bir sevgi ve kısa vadeli bir rahatlık. Onu döndüren sadece eski bir arkadaş, her şeyi konuşmayacağı biri olsa da rahat hissediyor. Bir miktrar havadan sudan konuşuyorlar. “Ne zamandır mektuplarıma cevap vermiyorsun, Cahit’le konuştum ona da cevap vermiyormuşsun.” Böylelikle verdiği sözleri hatırlıyor. Ceketi, ayakkabıları, şapkası bol geliyor. Geri kalan sessizliği, karşımdaki gözlerin siniri dolduruyor. Sonrasında bir anlayış dolduruyor içini o kızgınlığın, yine de arkadaşı o an bir söz veriyor gözleri ve onu tanımamaya başlıyor; “Okumamayı bırak, mektup gönderdiğimi bile bilmiyorsun. Hiçbir zaman yalan söyleyemiyorsun, en azından bu değişmemiş.” Arkadaşı ona arkasını, onun da kişiliği şimdiki zaman dönüyor.
Ve verdiği sözleri harfiyen yerine getirirken, verilen sözler tutulmadığı için çıldırıyor. O gece arkadaşının gönderdiği mektubu açtı, okudu fakat alakasız bir cevap yazdı; “O gece uyumayacağını ve köşede bekleyeceğini söyemişti. Sürekli üzerinde anlaşılan davranışlardan vazgeçtiği ve rolünü değiştirdiği için çıldırıyorum. O gülümsediği her an gülümsüyorum, fakat sonra ağlamaklı oluyorum. Karşısımdaki ne derse tam tersi ya da tamı tamına aynısı. Davranışlarımın arası yok. Davranışlarımın bir özgünlüğü ve özgürlüğü yok. Özgürlük neyse de özgünlük o aşamada iken muhtemelen çok lüks bir dertti. Sonrasında, o beni beklemedi. O günden beri sözünden vazgeçmenin verdiği hissiyatı keşfetmeye ve anlamaya çalışıyorum.”
Sana ne demek istiyordum biliyor musun? Hissediyorum fakat davranamıyorum. Acıtan tek şey ise seviyor olmam ama davranamamam. Duygularımı ve davranışlarımı benliğimin dışarısına çıkarmış bulunmaktayım. Hiçbir şey üzerinde kontrolüm yok. “Bunların hiçbirini senle konuşamıyorum arkadaşım, çünkü genişledim ve şu an daralmaya ihtiyacım var. Verdiğim sözleri tutmaya devam etmeye ihtiyacım var. Söz verdiğim durakta otobüsten iniyorum.”
Comments