top of page

Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum (2020)

Yazarın fotoğrafı: Burcu KaraelBurcu Karael

Çürümenin sert gerçekliğine karşı kurgunun düşsel mücadelesi.



I`m Thinking of Ending Things - Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum

ABD - 134dk - Psikolojik Korku, Gerilim

Yönetmen: Charlie Kaufman

https://www.imdb.com/title/tt7939766/


Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum, orijinal adı ile I’m Thinking of Ending Things, 4 Eylül’de Netflix marifetiyle televizyon ve bilgisayarlarda vizyona girdi.


Film Iain Reid’in aynı isimdeki romanından uyarlama. Senaristliğini ve yönetmenliğini ise Charlie Kaufman yapmış. Kaufman, 2000’lerin en yaygın bilinen filmlerinden Sil Baştan (Eternal Sunshine of the Spotless Mind)’ın da senaristi aynı zamanda. Yine senaristliğini yaptığı İçgüdü (Human Nature) filmini de zikretmek istiyorum, nispeten daha az popüler olmasına rağmen şahsi favorimdir.


Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum’a dönecek olursak; film hikayenin bütünlüklü-tutarlı olmak zorunluluğu ve seyirciye anlaşılabilir olma kaygısı ön planda olmayınca neler anlatılabileceğinin enfes bir örneği.


Popüler filmler genelde film süresince devam eden bir deneyim sunar. Film bitip seyirci sinemadan çıktığında (veya günümüz gerçekliğinde daha ziyade bilgisayarını kapadığında) filme dair çoğu şey, uyanınca görüldüğü unutulan bir rüya gibi çıkar hayatından. Bazı filmleri ise izledikten sonra anlamsız birkaç saniye ekrana bakakalır insan. Bittiğini sindirmeye çalışarak akan yazıları izler. Dışarıda akan hayata dönünce bile filmin artçı etkileri devam eder. Yemek hazırlarken bir sahne gelir akla, repliklerin iki anlamlılığı görülür veya yürürken yolda birden aslında bir olayın önceden ima edildiği fark edilir. İşte bu film, benim sadece günlere veya haftalara değil aylara yayılan bir süre boyunca olur olmaz yerlerde aklıma zuhur etmeye devam etti, sonunda da işbu yazıyı yazmama sebep oldu. IMDB’de verilen düşük puanın (6,7) insanlara verdiği bu rahatsızlığın etkisi olduğunu düşünüyorum. Gerek izlerken, gerek sonrasında hayatınızdan çıkmayarak verdiği huzursuzlukla üzerine çektiği öfkeyi hak ediyor.


Yazının buradan sonrasında filmin ve kitabın içeriğine dair sürprizbozan detaylar bulunmakta. (Spoilers Ahead)


2004 yapımı Sil Baştan (Eternal Sunshine of the Spotless Mind) rüya ve gerçekliğin iç içe geçtiği, esas mücadelenin zihnin içinde olduğu bir filmdi. Geçmiş, zihinde yeniden yapılandırılıyordu. Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum’da ise olanları anılardan silmek yerine olmuş olabilecekleri kurgulayan bir zihinle karşı karşıyayız. Kaufman hayal gücünün bulanık sularında ustaca yüzdürüyor bizi, ama seyircinin bu tekinsiz suda yüzmeye ne kadar hevesi var belli değil.


Determinizm[1] gibi felsefi bir sorunu son derece duygusal hatta bir miktar da mizahi işleyebilmek Sil Baştan filminin alametifarikasıydı bence. Bu filmde ise daha umutsuz ve karanlık bir hava hakim. Konumuz bu sefer daha kasvetli çünkü: varoluşsal kaygı. Film boyunca hayatını farklı senaryolarla anlamlandırmaya çalışan bir karakter var karşımızda. Umutsuzluğun o basık atmosferi her yerden üzerine çullanıyor. “Her şeyi bitirmeyi düşünüyorum” repliğiyle başlıyor Kaufman’ın filmi ve Reid’in kitabı. Kitapta çok daha açık bir intihar sahnesi varken filmde Kaufman’ın eklediği bir dans sahnesi ile ima ediliyor bu olay. Seyirciye bırakıldığı düşünülebilir sonun, ama bence tasvir ucu açık denemeyecek kadar net.



KURGU

Mekanlar değişse bile film boyunca karakterlerin bir kurgunun içinde olduğun hissi hep var. Farklı film türlerinin klişe olarak nitelendirilebilecek sahnelerine ve anlatım biçimlerine sıklıkla rastlıyoruz. Uzak durulan bodrum kata inen kapıya yapılan “korku filmi zumu”, filmin karakterlerinin yaşlandırılmış göründüğü “bu olayların üzerinde yıllar geçti ve sonra bir gün tüm karakterler işte bu ortamda bir araya geldiler” sahnesi. Bu klişelerin çoğu, bütünlüklü anlatımı olan filmlere ait. Yaşayamadığı hayatı izlediği filmlerden ve okuduğu kitaplardan toplayan birinin zayıf kurgusunun sebep olduğu tutarsızlıklar göze çarpıyor her yerde. Araba-ev-okul gibi tanıdık mekanlarda, iki boyutlu bir arka fonun önünde adeta okul piyesi (veya müzikali) şeklinde ilerleyen sahneler, gerilimin tırmandığı ama devamı gelmeyen anlar, kopukluklar, tutarsızlıklar, zaman atlamaları… Hiçbir kurgu bize beklediğimiz bütünlüklü anlatımı vermiyor. Seyirci rahatsız ve tatminsiz, kurgucu da öyle. Anlam giydirme çabası defalarca sonuçsuz kalıyor.


Sığlığa ve basitliğe kaçmadan çizilen bir kadın karakterimiz var, hatta Jake’in, gölgesinde kalacağı kadar nitelikli. Her ne kadar okuduğu kitaplardan ve izlediği filmlerden ve bir kere bir barda gördüğü kadından yola çıkarak oluşturulmuş olsa da klişe dışı bir karakter ve kurgucunun muhtemelen en iyi yaratısı. Ne var ki güçlü ve sağlam bir kadın karakterle “baş etmenin” veya onu “elinde tutmanın” zorluğu kurgucuyu açmaza sokuyor. Şair, ressam veya bilim insanı olan bir kadın tarafından terk edilmemek için gösterdiği çabayı izliyoruz. Jake’in kendi ol(a)madığı her şey olan biri genç kadın ve Jake onu hak ettiğini ispatlamaya uğraşıyor. Böyle bir kadının nasıl hayatına onunla devam edeceğini kurgusunda bile başaramıyor.



Bu ince ince yarattığı karakteri (sanatçı ruhlu, sempatik, zeki ama aşık atabildiği) ailesi ile tanıştırmak ise bir diğer açmaz kurgucu için. Anne ve baba farklı yaşlardayken deniyor senaryoyu, olmuyor, oturmuyor, tutmuyor.


Hikayeleri seven ama kendi hikayesini bir türlü yazamayan biri o, yaşayamadıklarını kurguyla telafi etmeye çabalarken bile bocalıyor.


Bu beceremezlik sonucu kurgunun yaldızlı kumaşının yırtılıp arkadan gerçeğin grisinin göründüğü anlar var filmde sıkça: Bodrumda yıkanan hademe üniformaları, genç kadının resimlerinin bodrumdan çıkması, şiirinin ise Jake’in odasındaki kitapta görülmesi ve benzeri. Hitchcock’un Psycho’sundan beri çok kişilikli karakterler ve “aslında aynı kişiymiş” kurgularına aşinayız beyaz perdede. Filmin yaptığı ters köşeden veya bunun film boyunca yakalanmasından ziyade bu durumu doğuran şartlara bakmak daha anlamlı bence.


Varoluşsal bunaltı filmin gerçek korkunç canavarı. Bodrum kapısının arkasında, lisenin önündeki çöp kutusunda, okulun koridorlarında o var.


RÜYA

Descartes, batı felsefesinin önemli kırılmalarından birine şüpheciliğiyle sebep oldu. Bazı inançlarının yanlış çıktığını fark etmesinin akabinde, her şeyi sorgulayarak düşüncesini kurabileceği sağlam temelleri aramaya başladığından bahseder Meditasyonlar’ında.

Mesela elinin kolunun varlığından şüphe etmek deli saçması değil midir? Öte yandan saçma olduğunu uyanınca fark ettiğimiz ama rüyanın içindeyken makul olduğunu düşündüğümüz deneyimlerimiz çokça olur. Zihnin kandırılabildiğine, duyumlara güvenilmemesi gerektiğine kanaat getiren Descartes şöyle der: “Bu konu hakkında daha dikkatli düşündükçe fark ediyorum ki uyanık olmayı uyuyor olmaktan ayırabilecek güvenilir bir yol yok”[2]


Bir filmin veya bir kitabın alışılagelmiş bütünlüklü anlatımından uzak ve arka plan derinliğinden yoksun oluşuyla, kurgudan daha ziyade rüyaya yakın bir niteliğe bürünüyor film bir noktada. Rüya görürken zihnin bir kısmının kurguladığı senaryoyu diğer kısmı yaşar. Çoğunlukla kendimiz yazıp çizip oynadığımız bu hikayede rolümüze kapılıp oynasak da, bazen anlatıdaki boşlukları yakalarız. Genç kadın bu tutarsızlıkları yakaladıkça “her şeyi bitirmeye” daha da yaklaşıyor, tıpkı rüyada olduğunu fark ettikten sonra uyanmanın gelmesi gibi.


ÇÜRÜME

Çiftliğe gittiklerinde daha aile ile karşılaşmadan ahıra girdiklerinde, ana karakter domuzlarla ilgili sevimsiz bir anı anlatıyor (cite) Domuzların, yerini terk edememesi ve olduğu yerde çürümeye başlasa bile yine de yaşamaya devam etmesi bir şekilde ölmesinden daha acı. İzlediğimiz hikayenin aslında hayatını bu çiftlikten hiç çıkmadan geçiren ana karakterin kurgusu olduğunu düşününce, bu anı daha da anlam kazanıyor. Sonrasında yaşlanma, çürüme, sıkışmışlık ve bolca ailevi sorun içeren evine giriyoruz. Çiçekli duvar kağıtları, ahşap tırabzanları ve bodrum katta saklanan sırlarıyla, her detayını capcanlı yarattığı evi. Genç kadın ne zaman gitmek istese bir bahane ile evden çıkış erteleniyor, evde kalınıyor, çıkılamıyor bu evden.



Aile ile iyi anlaşması isteniyor genç kadının ama aile gerçekliği ile sevgili düşünü bağdaştırmayı bir türlü beceremiyor karakterimiz. Buradan nihayet çıkabildiklerinde ise, gergin geçen bir dondurmacı sahnesinden sonra genç kadını bildiği ikinci mekana götürüyor; okuduğu (ve sonrasında da hademe olarak çalıştığı) liseye. Sürekli gençliğin hem en coşkun hem de en zalim zamanına bakarken yaşlanmak ne demek seyirciye hissettiriyor.


Bozulan, yaşlanan gerçekliğinin akşını durdurmaya yetemiyor hayal gücü.


BULANTI VE BİTİRİŞ

Hademenin kurguladığı/düşlediği karakterlerin üzerinde hükmü kayboldukça, genç kadın uyanışını yaşıyor. Bu uyanışla birlikte hademenin kurguda anlam bulma ümidi tamamen yok oluyor. Hayatını doğduğu çiftliği hiç terk etmeden ve okuduğu liseden ayrılmadan tekdüze geçirdiği gerçeği, üstüne giydirdiği tüm düşleri sıyırıp atarak çırılçıplak karşısında duruyor. Sisifos mutlu değil. Her şeyi bitirmeyi düşünmeye bir son verip her şeyi bitiriyor.


Filmin beni çıkardığı bu karmaşık ve karanlık yolculuk sonunda ben huzursuzca akan yazıları izliyorum.

 

[1] Determinizm, kabaca her olayın öncesindeki olaylar, koşullar ve doğa kanunlarının zorunlu sonucu olduğu düşüncesidir. Bu düşünceye göre belirli


bir durumda tüm koşulların hesaba katılarak doğru değerlendirmesi, sonrasında ne olacağını kesin olarak belirleyebilmeyi sağlar. https://plato.stanford.edu/entries/determinism-causal/ [2] Meditations on First Philosophy in which are demonstrated the existence of God and the distinction between the human soul and the body, by René Descartes, translated by John Cottingham. Published by Cambridge University Press.

ความคิดเห็น


  • Facebook
  • Spotify
  • Instagram

 © camduvar kültür sanat 2021

bottom of page