
Bu sırrı daha fazla saklayamazdı artık, rafların arasında içi içini yiyordu. Bir de patronunu görene kadar hiç ihtiyaç duyulmadığını hissediyordu, görünce ise, sadece patronunu inandırmak için değil, bir de kendini inandırmak için hareketleniyordu. Onsuz bu mahallenin aç kalırdı, önemliydi sonuçta. Sırrından kaçmak için şu labirent gibi dizilmiş rafların arasında, onu daha az yoran, yalancı düşüncelere sığınıyordu. Bir mektubu yakmıştı, katlanmış iki sayfa ve kağıtların arasında bir manolya yaprağı. Mektubu okur okumaz sobanın içine atmıştı. Soba uzunca püflemişti. Sanki yaşlı, paslı, görmüş geçirmiş soba bile mektupta yazılanları kaldıramamıştı. O neden gittiğini anlattı, M. sadece okudu, öğrendi. Silip atmış olsa da, kaydı olmasa bile, unutamayacağı, dönüp dolaşıp geri geleceği gerçeği artık biliyordu. Hiç tanımadığı bir insan neden ona bunları anlatıyordu? Belki ketum, belki güvenilir diye. Herhalde neden olduğunu yazan da pek iyi bilmiyordu, çünkü sadece “ ….sen de benim gibisin, biliyorum.” diyordu. M. zaten onun hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Sadece bir kere yüzünü görmüş olabilirdi, hayal meyal. Peki neden şimdi? Neden böyle? M. neredeyse, işte orası her soruyla birlikte daralıyordu. Sadece bu hareketin hızını belirleyebiliyordu, sorularıyla. M. içinden geçirdi: “Sanırsam hayatımın sonuna kadar böyle yaşayacağım.” Oysa 1 aydır bu markette çalışmaktaydı, mektubu okuyalı ise 3 ay olmuştu. “Sanırsam hayatımın sonuna kadar birbirimize sorular soracağız seninle.”. O kadar okul okudu. Okuduktan sonra bir de kendini ispatlaması gerekiyordu, ya da kendini pazarlayabilmesi. O ikisini de beceremedi, fakat en azından doğru konuşması, oturup kalkmasını bildiğinden, kendisine mahallenin marketinde bir iş bulabildi. Her şey kendi kendine halloluyordu, ama nedense gene de bir insan bulunması gerekiyordu, şu rafların arasında. En azından, bu kadar beceriksizlikten sonra onun hala bir insan olabileceğine güveniyorlardı. Arkadaşları gelip gidiyorlardı markete, onu pek tanımayan bir patavatsız “ Neden burada çalışıyorsun?” şeklinde soruyordu, yüzündeki gülümseme ile. Sarı dişlerinde, bu gülümsemin idealinden çok uzak bir küçümseme, dalga geçme görülüyordu. Önce cevap vermedi, uzun bir iç geçirdi, çekinmezdi böyle tepkiler vermekten. Sessizlikten sonra gerginliği zirvede bırakarak:“Olmadı, beceremedim. Zaten bana göre değilmiş, anlaşılan.” dedi, kasadan ürünleri geçirmeyehiç ara vermedi. Patavatsız, satmak istediği nasihatların alıcısını göremedi. Artan gerginliği hissederek, imalı bir şekilde “Belkide çabuk pes etmişsindir.” dedi, kafasını hafifçe yana büktü. Alışverişini tamamladı, parayı uzattı, para üstünü aldı ve gitti. Diğer bir arkadaşı “Neden” diye soruyordu. Farklı bir cevap veriyordu, zaten onu pek sevmediğini söylüyordu Ayten’e, eğer sorarsa. Yüzüne ne zaman bakarsa, yıllar önce yaptığı şaka aklına geliyordu:“Nasılsa mezun olduktan sonra sen diploma gerektirecek bir şey bulmayı beceremezsin.” demişti. Beceremediğinden beri de içinden devamını getiriyordu:“Sen okumaya devam edemezsin, çalışamazsın.”. Fakat arkadaşının sorusuna “Bilmiyorum, şanssızım herhalde, pek uğraşmıyorum, hayat.” diyordu. Dalgınca önündekileri kasadan geçiriyordu. Bu sefer kendisi gülümsüyordu. “Peki!” dedi. M. onun memnuniyetsiz bir şekilde “Peki!” demesine dayanamazdı. Sessizliğine ve dönüp gitmesine dayanamazdı. Şaka yapmışlardı ama doğru çıkmışlardı. Gerçekten alakasız bir işi vardı. Ne kadar başarılı olduğuna inandıysa da, aniden bir şeyleri en başından beri yanlış yaptığını, çok geç anladığı düşüncesine saplanmıştı. Evine döndü, hemen yatağına girdi. Dün akşam alamadığı uykusunu, almak istiyordu. Fakat, yine içi içini yiyordu. Bu sefer bugün yaşlı müşterinin söylediği söz aklına takılmıştı. Kadın küçük adımlarla yürüyordu, sürekli sıradaki müşterilerle konuşuyordu. Kasaya yaklaştı: “ Ah siz gençler dedi, hayatın değerini bilmiyorsunuz. Hiç burada çalışılır mı? Sana burada kimin ihtiyacı var?” Küçük adımlarla ve anlamsızca mırıldanarak söylenmeye devam etti. Kumaş bezli arabasına aldıklarını doldurdu, ve küçük adımlar kapıdan içeri süzülen ışıklara doğru arabasını sürükledi. M. yaşlı kadının söylediği sözlere ve kafasında beliren düşünceye odaklandı, üstündeki yorgunluk ile doğrulmaya niyetlenmedi. Sadece düşündü: “Zaten en güzel sözlerimizi, en iz bırakan, en çarpıcı monologları hep gitmeden, uykuya dalmadan, ama bir daha olmayacak olmadan hemen önce gerçekleştirmez miyiz? Belki de sabah zaten hatırlamayacak olmanın verdiği gönül rahatlığıyla, hissettiğimiz vicdani sorumluluğun uçup gitmesi ile. Yaşlandıkça salıverilen, derdini döken dilimiz, veya bir konuştuğu zaman durmayan yaşlı insanlar, sanki yaşlandıkça zaten sorumluluğun aslında sadece zamanın getirdiği bir illüzyon olduğunu daha kolay anlayan insanlar. Belki de içimizde susturulmadan hemen önce içinde ne varsa söylemek isteyen bir ses var, bilemem ki. Bedenimiz susmayı kabullenmişken konuşmayı cesurca devralan bir ses daha var, içimde.” Aslında bu düşüncelerle çoktan uykuya dalmıştı. -- Herkesten önce kalktı, çaydanlığı doldurdu. Sabahın soğuğu ile birlikte yorganın verdiği sıcaklığı ve alarmı çaldıktan sonra geri dönmeyi başaramadığı rüyasını hatırladı. Tekrar gözlerini kapatıp aynı rüyaya geri dönmeyi çok severdi, bazen sarıldığı insan onu hala orada bekliyor olurdu. Geri dönünce insanların yüzü gülerdi. Sofanın üzerindeki defteri ve kalemi aldı, sofrayı hazırlarken hep gördüğü rüyayı düşündü. Kağıda dökmeye çalıştığı rüyanın düşünceleri vardı ama bir hikayesi yoktu. Hikayesi olmayınca anlatmaya değer bir yanını bulamadı. Birkaç cümle yazdı sadece; “Meydanın ortasında dikildim saatin sesini duyana kadar. Arkamdan sarıldı bana, kollarını boynuma doladı. Hevesi çevremi sardı, altın sarısı eşarp göğsümün üstüne savruldu. Saat tekrar vurdu, kolları yok oldu, eşarp kollarının yerini aldı. Kolları yok oldu, hevesim kayboldu.” Hissettiklerini olabildiğince en iyi şekilde anlatmak ile sorumluydu. Eğer anlatamıyorsa, hissettiklerinin bir yere kaçtığı yoktu, gelen gidenler sadece bunları anlatan kelimelerdi. Düşününce aslında baya bencildi. Saate baktı, biraz daha oyalanırsa geç kalacaktı. Çalışmak pek umrunda değildi ama dakik olmayı severdi. Yürürken neden burada çalıştığını sorguladı, yine aynı sonuca vardı. Sokağın başına vardığında Ayten arkasından seslendi:” Acele etmene gerek yok nasıl olsa beni bekleyeceksin.” dedi. Durmak yerine sadece yavaşladı, Ayten yetişince:” Amma huysuzsun!” diye parladı, halini garipser gibi süzdü. Dalgın görmüş olacak ki hemen:” Noldu başka iş bakıyordun? Hatta.. hani başvuru yapmıştın, neydi adı?” Şimdiden üç soru sormuştu, Ayten çok konuşmazdı ama yapışınca bırakmıyordu. “Vazgeçtim.” oldu cevabı, sesi kabararak. Sonrasında konuşmadılar, nasıl olsa ne yapacaklarını biliyorlardı. Yine bütün gün hiçbir şey yapmayacaklardı. M. her çarşamba reyonları temizlerdi, bu rutine çabuk alışmıştı. Kutuları indirmek, kutuları tekrardan dizmek, içindekiler kısımlarında mektubu tekrar tekrar okumak. Yalanlardan ve onu oyalayan koca bir iş yığınından ibaretti çoğu. Fakat, eğitimini aldığı fakat ait hissetmediği bir işe heves edemiyordu. Yalandan maaşını alıp, hayatını doldurmayı kabulleniyordu. Gerçekleri aramaktan çoktan vazgeçmişti, fakat şu mektup onu en azından bir gerçeği aramaya zorluyordu. Neden ona yazılmıştı bu mektup? O ne derse desin, inanmıyordu. Ona benzer bir insan olamazdı, hiç iyi bir insan değildi bir kere. Nasıl dikkatini çekmiş olabilirdi ki onun. Öğle arası, arkada peynir ekmek yemesi ve sabah akşam eve yürüyerek gidip gelmesi, hep ne kadar hevessiz olduğunu gösteriyordu. Bir hevesle başladığı okulu, nedense daha fazlasını öğrenerek değil ama iyice aptallaşarak bitirmişti. Yaşına veya eskiye göre az biliyormuş gibi hissediyordu, bu topluluğun insanı değildi. Alsa başını köye gitse, ufak bir tarla, küçük bir sürü. Hayır oranın da insanı değildi. M. nerenin insanıydı? Bilmiyordu, sanki nasıl olsa, nereye gitse, orası onu kabul etmiyordu. Kutuları dizerken ise hayatı boyunca kurduğu ve bozduğu arkadaşlıklarını düşünmeye daldı. Kutular da indirilip dizildikçe, söz konusu işlemin gelişi güzelliğini hissetmeliydi. Şurada çalıştığı bir ay içinde, inandığı pek az şeyden biri olan varlığını da yavaş yavaş unutuyordu, olabileceği insandan çok uzaktı şu kutuların arası, olmasını istedikleri insandan. Kopup savrulmuş bir somun parçasıydı. Uçup gitmesi daha iyi olmuş olabilirdi ya, en azından birileri rahatlamıştı. Kutuların arasında düşünceleri kutularla birlikte yukarı aşağı, inip çıkıyorlardı. Ya ne olmasını istiyorlardı ki onun da, kendilerine üzülmeye hak buluyorlardı. Bundan daha fazlası olabileceğine olan inancını zaten reyonların arasında kaybediyordu. Öğrendiği ne varsa da, bunları tarihi geçmiş et ve süt ürünleri ile beraber haftalık olarak arkadaki çöp konteynırlarına dökmekteydi. Son kutuyu aldı, dalgın dalgın raflara baktı, yer kalmamıştı. Önce hırçın, sonra bakışlar arasında sakince depoya yöneldi. Düşünceleri vardı, ama bir hikayesi yoktu. Her depoya girdiğinde artık konuşmadığı insanları düşünürdü. Ne demişti ona bir kere " senin kadar kendinden nefret eden ve senin kadar kendini beğenmiş fakat alelade bir insan görmedim." Sonra nasıl reddedilmişti bir kere "..hayat bizi arkadaş olmaya zorlamış olabilir, fakat sevgili olmaya zorlamadı." Unutulmayan sözler ve unutulmayan insanlar vardı, fakat nadiren, ikisi hatırda bir araya geliyordu. Birazdan Patronun sesi duyuldu: "M!, kasaya." Patron ne zaman gelmişti? Küçük merakının ne kadar önemsiz olduğunu patronun yüzündeki artmakta olan gerilim ile anladı. Patron çok çabuk sinirlenirdi, hiç kimseyi sevmez gibiydi, fakat özellikle onu. Patronla ilgili tek bildiği, bütün ailesini birkaç sene önce kaybettiğiydi. Bir yarısını önce hastalıktan, diğer yarısını ise “liyakatsizlikten, muvaffakiyetsizlikten, basiretsizlikten”. Bir tek burada olabilecek olaylar yüzünden, patronun hiçbir şeye sevgisi kalmadığını görüyordu. En azından delirmemişti ya bu da bir şeydi. "Hele şükür" diye söylendi kasaya ilk giren müşteri, suratı bin parçaydı ve ilk dikkate çarpan şey elindeki araba anahtarıydı, anahtarlıkta, rengi atmış meşe kadar Fenerbahçe amblemi sallanıyordu. İyi hissetmiyordu, kesinlikle iyi hissettirmiyordu insanlar. Özellikle bu insanlar mı? Kimi, neyi, nereyi, hangi zamanı bekliyordu? Kasiyerlerden biri olmak, gün boyu insanların somurtkan bakışları, diğer çalışanlarla gidip gelmek. Akşam aile fertlerinden sadece biri olmak, bilmem kimin düğününe gitmek istememek için laf işitmek, gerizekalı olmak. Kim olduğu fark etmeksizin karşılarında kırılıyordu, belki de sadece kırılgandı. Karşı kasadan Ayten seslendi:" Şu çocukları dükkanın önünden kovala, müşteriyi rahatsız ediyorlar. Geçen gün yaşlı kadının birinin kafasını patlattılar. Koca mahallede başka sokak yok ya buraya geliyorlar.” Ya Ayten? 5 yıldır şu markette çalışıyordu. Dünya üzerinde aynı markette en uzun çalışmış kişi olabilirdi. Halbuki o da üniversite mezunuydu. Anladığına göre evli değildi. O kadar soğuk ve katı davranışları vardı ki, onu hiç başka bir insanın çevresinde hayal edemezdi. Zeki gibi görünürdü, hatta kendinden yaşça büyükler tarafından zeki adledilirdi. Fakat Ayten kemikleşmekteydi, açıkçası şu kasanın arkasında ömrü çürümekteydi. Dediğini yapacaktı, sorgulanacak bir şey yoktu, en azından bitirmeye teşebbüs ettiği cümleler içinde. Ayten’in de bir hikayesi yoktu. Ayten gözünü televizyona dikmişti. Bir saniyede, kutunun yüzünden dünya üzerindeki her çılgınlık ve acımasızlık geldi geçti. Ayten’in yüzü de baktığı yerden ekrana yansıyordu. Haberler başlıyordu: doymak bilmeyen insanlar, meydanları dolduran savaş çığırtkanları, onların istediğini veren ve aklı başında insanlara yalan söylemekten başka bir şey yapmayan politikacılar, ve politikacıların istediğini veren herkes ekrandan bir saniyede gelip geçti. M. yavaş yavaş kapıya yönelmek için doğruldu. Otomatik kapıya doğru yürüdü, kapı açılmadı. Sensöre doğru elini salladı, Ayten arkasından çabuk olmasını söyleyince dayanamadı, kapıyı tekmeledi. Kapının titreyen camında bir anda patronun haşin yansıması belirdi. Kapı yine de hareketlenmedi. M. iki adım geri gidip tekrar geldi. Çocuklardan biri, sinsi, aşağılayıcı bir gülümseme ile kapının önüne yuvarlanan topu almaya, öteki tarafa geldi. Kapı sessizce açıldı. Gözleri çocuğun dolup taşan ağzından düşen salyayı takip etti. Kapı açılınca içeri boğucu hava bir hava hücüm etti. Az ilerideki çöp bidonlarından gelen koku, onları kale direği olarak kullanan çocukların ter kokusu ile karışmıştı. M. bu kokuyu derin bir şekilde içine çekti. Uzun zamandır böyle kötü bir koku almıyordu. Kokuyla birlikte bedeni sürüklendi, çocukların karşısında dikildi. Ne dediğini kimse pek takip edemedi. Sürüklendi, aynı kapta eridi, nefes almaya zorlandı, o da bu yüzden kapısının önüne konan kuşları kovdu. İçine çektiği ter kokulu havayı onların arkasından bağırmak için geri verdi. Başına tekrar geçtiğinde, müşteriler bitmişti ve reyonlarda ise görünen sadece 3 veya 4 tane müşteri kalmıştı. Ayten’e; “Kasayı kapatayım mı abla?” diye sordu. Gözlerini televizyona dikmiş olan Ayten anlaşılmaz, sessizce şekilde başını salladı. İnşaatın çatısına çıkmış bir gencin haberi vardı. Polislerin ikna satırları sarı puntolu altyazı ile veriliyordu, gencin kelimeleri ise alaya alınır şekilde spiker tarafından tekrar tekrar vurgulanıyordu. “Yapılacak bir şey var mı, abla?” diye tekrarladı, M.. Ayten’in yüz ifadesi duygusuzdu, kim bilir içinden ne geçiriyordu. En sonunda: “Ara verebilirsin, zaten senin yemek vaktin neredeyse geldi.” dedi. Eğer görmemiş olsa onun yemek yemediğini düşünürdü insanlar, hayalet misali sakince yok olur, huzursuzca hemen geri gelirdi. Sessizce arka taraftaki dinlenme odasına gitti. Herkes bu odadan nefret ederken, o yalnız kalabildiğinden ötürü, küçük odayı pekte rahatsız edici bulmazdı. Hatta duvarlarındaki panoları, resimleri şirin bile bulurdu. Telefonuna baktı, başvurduğu firmalardan biri için mülakata çağırılıyordu. Gülümseyince odayı garipsedi. Aynı şekilde o da garip duruyordu odanın içinde. Önüne gelebilecek fırsatı, anlamlı ve amacı belirgin bir işte çalıştığını hayal etti. Ayten duvarların solgun olduğundan, sandalyelerin rahatsız olduğundan yakınırdı. Sırtını vermeye çalıştı, beli boşlukta kalıyordu, insan gerçekten de dik oturamıyordu şu lanet sandalyelerde. Rafların arasında daha fazla dolaşamazdı, sandalyeler gerçekten rahatsızdı ama aksine bu markette uzun süre çalışmak ona göre değildi. Özellikle para saymak, koli dizmek istemiyordu. Hem böylece mektubu da unutabilirdi. Unutması için bunu kesinlikle yapması gerekiyordu. Ardı ardına bu marketin ona göre olmadığını geçirdi, sırtını büktü sonra, yemeğine koyuldu. -- Mülakata gitmek için erkenden uyandı. Vardığında tamamen uyanık olması gerekirdi, ortalama insan gibi sorgulanırken aç olmaktan hiç haz etmezdi. Aynı şekilde defterini önüne aldı, gördüğü rüyayı bu sefer karalamaya çalıştı, arkasından ona sarılan kolları vücudunun verdiği tepkiyi, gerilimi hayal etti. Çizdiği şeyin kendisinden çok daha şişman ve uzun olduğunu gördü. Detaylardan önce pes etti, ceketini sırtlandı. Evden hemen çıkmadan önce uyanan kardeşi ona: “Yapacağın işten hoşlandığını belli et.” diye tembih etti. Sabah yeni aydınlanırken sessizce otobüsü bekledi, tek tük gelip geçen arabalara baktı. Sonsuza kadar aynı soruyu sormaya davet ediliyordu. Hangi cevabı alırsa alsın, hep “Nasıl” diyecekti. Bunun için hazır mıydı? Onu tatmin edecek herhangi bir cevap olmayacaktı girdiği yolda, fakat nasıl olsa diğer yollarda da karşılaşmamıştı onunla. Peki üstleneceği rol, ne kadar yürümeye katlanabilirdi. Otobüsün köşeyi dönmeden önce çıkardığı fren sesi yüksek binaların arasında yankılandı. Kendini kandırabilirdi, en azından bir işe yaradığına. Tonlarca soruya, gramlarla cevap bulduğuna inanabilirdi. Otobüs köşede göründü, kıvrılarak dar sokaklar arasında döndü. Kendini her yerde kandırabilirdi, orada olması gerekmiyordu. Bir cevabı olduğuna kendini her yerde inandırabilirdi. Bununla tatmin olabilirdi. Otobüs durağa yaklaşırken selektör yaptı. M. elini kaldırmadı, sessizce evine döndü. Geri geldiğini gören kardeşi:” Bu kafayla hiçbir baltaya sap olamazsın.” diye bağırdı. M. üzerini değiştirdi, yatağına uzandı. “Sen söyledin, sen söyledin” şeklinde fısıldadı. Kapıya arkasını döndü, sırtını büktü. Bu sabah mektup hiç aklına gelmedi. Ardından derin bir uykuya daldı.
Comments