
Özgün olmaya çalışmak, hayatım boyunca bir şeyler üretebilme çabamın önündeki en büyük engel oldu. Sanki üretilen alelade bir şeyin özgün olmayınca değerini kaybedeceğini hissediyor idim. Bu hissiyatı çok aşırıya götürdüğümün farkına varmış bulunmaktayım çünkü, bir fikir belirtmeden önce, bir şeyler üzerine oturup, düşünmeden ve yazmadan önce hep başkaları neler yazmış diye uzun uzun araştırıyorum. Şaka bile yapmadan önce benzer şakalar yapılmış mı diye araştırmaya başlayınca işin ciddiye bindiğini anladım. Eğer daha önce kurulmuş bir cümle tekrar kurulur ise varolmaya ihanet edildiğini hissediyorum. İnsanın kendi üzerinde gereksiz cümlelerden olabildiğince kaçınma baskısını yaratması bunun saf bir edebi özgünlük arayışından ziyade, felsefik bir tutum veya ruh halinin dışa vurumu olduğunu işaret edebilir. Aşırı miktarda özgün olma çabası, aslında sadece bir şeyleri yoktan var edebileceğime yersiz inancı ve özgüveni gösteriyor da olabilir, ya da tam tersi olmayan özgüveni ve üretememe saplantısını açık ediyordur. Belki de bazıları için ikisi birden durmaksızın…
Fakat, ben özgünlük üzerine konuşmak istiyorum. The Dears “The Death of All Romance” şarkısında dediği gibi “yirmi iki yaşındayım ve kendime ait yeterince fikrim olduğunu düşünüyorum”. Peki bu fikirlere uygun şekilde üretmek nerede başlıyor? Zihinler nasıl bir kağıdın üzerine dökülüyor? Dökülen fikirler ne kadar kalıcı oluyorlar ve sonrasında zamanla kuruyorlar mı? Yoksa kalitesiz bir kurşun kalem ve defter ikilisi misali kağıt üzerinde rahatsız edici bir his mi bırakıyorlar ve sonrasında dağılıyorlar mı? Özgünlüğün, bu soruların cevabını ararken, insana yol gösterebilecek en önemli kavramlardan biri olduğu bariz. Bu kalabalıkta payıma düşen bir miktar ilhamı bu uğraşta çarçur edeceğim ve alacağımız yol boyunca sağa sola savuracağım.
Aynı düşünceyi tekrar tekrar dile getirdiğimiz bir çağda yaşıyoruz. Dijital platformlarda bir tüketici bolluğu yaşanmakta ve tekrar tekrar kullanılabilen her şeye olan talep (yeni dinleyiciler, okuyucular vs.) bitmiyor. Hatta insanlar aynı şeyleri tekrar tüketmek için para bile ödüyorlar. On yıllar boyunca aynı sonuca ulaşacak araştırmalar yapılıyor. Aynı sorular soruluyor, aynı sorunlar tekrar tekrar çözülüyor. Bunların hepsi, insanların zaten kendilerine özgü olmak gibi bir emellerinin çokta olmadığını veya özgünlük kaygısının neredeyse yitmek üzere olduğunu ortaya koyuyor. Hatta günümüzde sürekli özgün olmaya çalışsa idik, daha kötü bir durumda olabileceğimiz bile iddia edilebilir. Fakat, güler yüzlü olan başka başka insanların hep söylediği gibi “Hiçbir soru saçma değildir. ”. Bu yüzden özgün olmak ve özgün sorular sorabilmekten vazgeçmek için aslında erken olabilir, özellikle sadece biyoloji alanında, günümüzde yaklaşık beş yüz yıl kadar daha işlenebilecek kadar veri biriktirmiş iken. Bu bağlamda özgünlüğün üretme eylemine karşı nerede ve nasıl konumlandığının üzerine biraz tartışılması gerekir. Yani özgün içerikleri üretmeyi bu kadar dilediğimiz bir dönemde ve var olan içerikleri canhıraş tükettiğimiz ve bitiremediğimiz bir dönemde özgünlüğün, özgün olma halinin mi üretimden önce geldiğini, yoksa özgünlüğün üretimin veya üretme halinin bir sonucu mu olduğunu inceleyeceğiz. Hevesli okuyucularımız bu spesifik sorunun bir benzerini daha büyük bir şema içerisine oturtmayı ve daha önemli soruları cevaplamayı amaçlayabilirler. Sorunun daha büyük olan hali şudur; Eylemlerimiz (actions) mi sahip olduğumuz özellikler veya adlandırıldığımız sıfatları üstlenmemize yol açarlar yoksa, sahip olduğumuz özellikler ve sıfatlarımız mı eylemlerimizi biçimlendirir? Fakat altından bize pratikte işe yarayacak bir cevabı çıkarmanın zor olduğu bu büyük taşın altına elimizi koymaktansa, şimdilik, tartışmamızı özgünlük ve üretim özelinde kısıtlamamız daha makul olur. Küçük ölçekte ele aldığımız bu sorunun, bize günümüzde giderek daha fazla yalnız kaldığımız, sahip olduğumuzun farkına vardığımız boş vaktin içinde şiştiğimiz ve üretme ihtiyacı duyduğumuz şu günlerde, özgün olma çabamızın gerekli veya gerçekçi olup olmadığı konusunda, bir takım cevaplar sağlayacağını umuyorum. En azından cevaplar sağlamasa bile bu konunun üzerine topluca özgün sorular sormayı, ve ayinler düzenlemeyi başarabiliriz.
Ele alacağımız soruyu takip eden cümleye indirgeyebiliriz; Üretirken mi özgünleşiriz, yoksa özgünleştikçe mi üretmeye başlarız. Burada önce bir ayrımı yapmak gerekir; yaratmak fiilinden yer yer özellikle kaçınmalıyız, çünkü artık içerik üretirken yaratıcılığımız çok sınırlanmış durumda. Bu ayrımı yaparken, yaratmak eyleminin hayalgücü-vari bir biçimde oluştuğunu ve üretimi kapsadığını, üretmek eyleminin ise mekanik ve doğal seviyede kaldığı için yaratımsal seviyeye ulaşamadığını vurgulamak gerekir. Yani günümüzde üreten insanlar, aynı hayvanlara atfetmekten çekinmediğimiz gibi, çok mekanik düzeyde kalmış durumdalar.
Tabii ki tabiatım gereği yine bu konu daha önce işlenmiş mi diye bakmaktan ve işlenmişse neler denmiş demekten kendimi alamadım. Özgünlük veya üretimin hangisinin daha önce geldiğini direkt olarak karşılaştıran düşüncelerin kıtlığına rağmen, farklı insanların değişik yerlerde ifade ettikleri fikirlerden en azından özgünlüğü üretime karşı nasıl konuşlandırdıklarını gözlemledim. Özgünlüğün üretimden önce geldiğinin söylendiğine ve üretimi beslediğine yakınsanabilecek fikirler bulunmakta. Birçokları, bu bağlamda kendine özgü olmanın yaratıcı olmayı besleyen bir unsur olduğundan bahsediyor. Bu görüşün devamı olarak insanın özgün ( authentic ) olması için egosundan kurtulması gerektiğini iddia ediyorlar. Peki insan nasıl kendine özgün davranamaz? Hangi şartlar insan sadece kendisiyle baş başa iken kendisinin özgün davranışımı sınırlayabilir? İnsan ışıkları kapattığında, dolabın kapısını aralayıp bakan bir şeytan mı var? Yorganın altında telefonuna bakarken yüzüne yansıyan ışığı kamerasından takip eden ajanlar mı? Bunların hiçbiri yokken insanın kendisine özgün olamadığından bahsediyoruz, çünkü izlendiğimiz hissiyatındayız, kendimizden daha büyük amaçlara hizmet ettiğimize, hayatımızın gözlerimizi sonsuza dek kapattığımızda daha iyi süreceğine inanmak ve buna layık olduğumuzu kanıtlamak istiyoruz. Bu bağlamda özgünlük veya daha zayıf bir şekilde özgün olma çabası, bu kısıtlamalara; dinin, toplumun getirdiği baskılara karşı, sadece bir başkaldırı mıdır?
Bu düşüncelere sadece birazcık katılmaktayım, çünkü sanırsam egomuzun yarattığı, toplum veya bizden daha büyük gayeler uğruna boyun eğdiğimiz kişiliklere fazla saplanıp kalıyor olabiliriz. Fakat yukarıda bahsedilenlerin, insanın artistik kaygıları nedeniyle ortaya çıkan üretim kapasitesini etkileyen özgünlüğünü ne kadar sınırlanabileceği konusunda aynı fikirlere sahip değilim. Eğer üretirken toplumsal bir kaygı gütmüyorsanız, veya gütmediğinizi iddia ediyorsanız, kendinizi ürettiğiniz eserdeki fikirlerden soyutlayan bir konumda iseniz veya eserin kendi içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorsanız ve hala artistik üretim kapasiteniz sınırlanıyorsa, ciddi bir probleminiz var demektir. Bunun üstüne bir de artık kendine özgün olma gerekliliğinin üretimin gerçekleştiği andan ziyade tüketimin gerçekleştiği anda anlaşılmasının gerektiği bir çağda yaşıyoruz. Diğer bir deyişle üretilen eserin deneyimlenmesi sürecindeki özgünlük hissiyatı, eserin kendi içindeki özgünlüğünden çok daha ön planda bulunmakta. Bu durumda dizayn ettiğiniz veya vaad ettiğiniz deneyimi nasıl sınırlayabilirsiniz ki? Eserin özgünlüğü tüketenin deneyimine bırakıldığında, sanat eserinin yorumu ve anlamı da tüketenin o anda ürettiği deneyimler haline geliyor. Bağlamdan biraz kopmuş gibi görünüyor olabiliriz, fakat tek cümle ile özetlemek gerekirse; Özgünlüğün, üretimden önce geldiği düşünülüyorsa, toplumsal kaygılardan arındırılması ve sonrasında tüketicinin eser ile olan etkileşiminin derinlemesine dizayn edilebilmesi gerekiyor. İnsanların hayatları boyunca tutarlı olduklarını hayal edersek, sadece hayal edersek, bunun çok mümkün olduğu söylenemez.
Diğer görüş insanın doğuştan yaratıcı yani aynı zamanda üretken olduğunu iddia ediyor. Yıllar önce ismini hatırlamadığım bir yazarın röportajında bu görüşün izine ilk kez gelmiştim, sonrasında malum izi sürmeden edemedim. Yazar sabah akşam, bir yazar olmanın gereksinimi olarak yazdığını söylüyordu. Yazmak için bir ilhamın gelmesini bekleyen, bir nevi özgünlük arayışında olanları tembellik ile suçluyordu. Önce durmaksızın üretmek ve sonrasında yazdıklarını toparlamak gerektiğini iletiyordu, en azından kendi özgünlüğünün formülünün bu olduğunu iletiyordu. İnsanlar makineler gibi içerik üretmeliydiler, özgün üretimin en kısa yolu buydu. Malum görüşün içindeki endüstriyelliği ne kadar eleştirmek istesem de konumuzla pek alakalı değil. Sadece tek bir cümle olarak, bu yöntemle yapılan üretimin getirdiği özgünlüğün, diğer üretim öncelikli özgünlüklere nazaran zayıf kalacağını kişisel olarak iddia ederim.
Özgünlük bir nevi bu denklemde sadece yaratıcılığın bir yan ürünü. İnsanlar yaratıcılıklarını, kapsayıcı olarak üretkenliklerini, yaşadıkları travmalardan ötürü kaybetmekte veya aykırı gözükmemek için bastırmaktadırlar. Daha da ekstrem görüşler insanların durmaksızın üretme halinde olduğunu iddia ediyor. Bilimsel olarak ise insanların yaratıcılık ile ödül mekanizması arasında bağ kuran çalışmalar da mevcut. Bu görüşler aslında çok çekici ve sadece gözlerimizi kapatıp hayatımızı devam ettirebileceğimiz tatlı bir melodiye sahipler fakat, bu görüşlerin de öncekiler gibi idealist oldukları aşikar. Sadece üzerimizdeki baskılardan kurtulmamız lazım ise, acaba bunun formülü nedir? Zaten öğrendiğimiz her şey, bizden bağımsız oluşturulmuş olan, sadece edindiğimiz her bilgi ve düşünce, üretimimizi ve özgünlüğümüzü hali hazırda sınırlamıyor mu? Hayattaki her davranışımız sanatsal bir nitelik taşımıyor. Hatta aksine, çoğu zaman sıradan olmamızın sebebi öyle olmayı öğrenmemiz ve kanıksamamız değil mi? İnsanların yıllarca öğrendiklerini inkar ediyorlar. Burada özgür irade üzerine bir tartışma açmak istemiyorum, fakat hiç kimse, hiçbir yerde, akla gelmeyecek yaratıcılıklar sergilemiyor. Buraya neyin akla gelmediğini yazamıyorum, çünkü benim de aklıma gelmiyor. Sadece aklınıza gelen herhangi bir absürtlüğü düşünün Yani bu algılanmış olan yaratıcılığın çok zayıf olduğunu ve kalbin atmasının yaratıcı bir eylem olmadığını söylemeye çalışıyorum, zaten olan şeylerin ne kadar sıradan olduğunu.
Fakat bu görüş aslında daha desteklenebilir, mesela Aristo’nun iddia edebileceği gibi ürettiğim eserler kendime özgü demek için, özgün bir ürün ortaya koymuş olmak gerekir. Aristo’nun bu düşüncesi odağı etik üzerine olsa da, buraya da uygulanabileceğini düşünmek yanlış olmaz. Bu konumda kendine özgülüğün bir karakter olduğunu iddia etmeden önce bunu hareketlerimiz ve hatta düşüncelerimiz ile desteklememiz gerekir. Özgünlük aslında bu bakış açısına göre ne kadar bir fazilet (virtue) gibi gözükse de, aslında Aristo faziletlerin olmuş olanla ve oluyor olanla bir bütün içerisinde olması gerektiğini de söylemiştir. Bu görüş biraz Parmenides’den çakmadır. Parmenides’in söylediği gibi “all that is, is, and that anything that does not exist, does not” (Var olan vardır ve var olmayan yoktur.). Sorduğumuz hiçbir şeyin saçma olmadığına inandığımız için ve sormuşken cevaplamadan edemediğimiz için şu an bu durumdayız. Fakat, Parmenides’in ve Antik Yunan’ın fazlaya kaçan zehirli pozitif tavrından kurtulursak, bugünün bakış açısı ile aslında bilgi diyebileceğimiz ne kalmış durumda ki? Elimizde şu dünyaya ait herhangi bir bilgi olmadığını iddia edebiliriz.
İki görüş arasında bir şampiyon seçmek istemiyorum, günümüzde özgünlüğün tamamen yanlış anlaşılmaya başlandığını ve değerini yitirmeye, yozlaşmaya başladığı aşikar. Özgün olduğumuz söylendiğinde neyin iletilmek istendiği aslında hiç belli değil. Hareketlerimiz ve ürettiklerimizin bir bütünü haline gelmişiz gibi, özgünlüğümüz bunların özgünlüğüne eşitleniyor. Artık kimse bir insanın bedeninden ve potansiyelinden ötürü özgün olduğunu düşünmüyor. Özgünlük, hareketlerimizden bağımsız olarak, gerçekten mümkün mü, yoksa sadece bir illüzyon mu? Düşünmeden yaşadığımız bir saniye bile yok iken, günlük hayatımız bir fikirler zincirine dönmüş iken ve sürekli sosyal etkileşimlerin içerisinde iken, sabah uyandığımızda aklımıza ilk gelen fikir haricinde hangi fikrin özgün olduğunu iddia edebiliriz? Sanki aklımıza gelen en güzel fikirlerin özgün ve bizim olduğu hayaline çok kolay sarılıyoruz.
Aslında fikirlerin ne kadar önemsizleştiğini ve bilginin artan önemini göz önüne alırsak, bu dönüşümü daha iyi algılayabiliriz. Bilgilerin, fikirlere kıyasla yarattığı özgünlük kaygısının daha az ve arka planda olduğu bariz. İnsanlar durmaksızın fikirlerinden ziyade edindikleri bilgileri doğru ya da yanlış tavşanlar gibi çoğalttıkları sürece üretmeye devam edeceğiz. Bilgilerimizin artmaya başladığı ve bilmeye olan inancımızın oluştuğu şu günlerde, aslında özgünlüğümüzden toplumsal olarak çoktan vazgeçmiş durumdayız.
Ayrıyetten, söylediğimiz her şeyin tutarlı olmak zorunda olmadığı dayanağı ile, özgünlük tarafına, umut tüccarlığı yapabiliriz. Yazı boyunca sadece bir kere sinyal verdiğimiz bir olgu daha var aslında hayatımızda, hata yapabilme özgürlüğümüzden bahsediyorum. Fakat hata yapmaktan gittikçe, sadece bir şeyleri bildiğimiz için daha fazla korkar hale geliyoruz. Bilginin aslında yapıcı olmaktan ziyade aslında ne kadar kısıtlayıcı olduğu gerçeğini yansıtıyor, şu günlerde yaratıcı ve kendine özgü olma çabalarımız. Nefes alabilmek için bile biri diğerinden önce var olmak zorundaymış gibi yapıyoruz. Umut tüccarlığı yapmaktan nefret ediyorum ve insanın mükemmeliyetçiliğinden vazgeçmemesi gerektiğini düşünüyorum. Fakat sanırsam ham, çiğ bir dünyada, bir şeyleri oldurmak için fazla uğraşıyoruz. Tarih boyunca deneme yanılma ile ilerleyen insanoğlu sanki aslında olmayan bilgilerinin getirdiği kibrin esiri olmuş durumda, bu kibir ile zulüm ediyor diğerlerine, bu kibir ile yargılıyor, ve bu kibir ile durmaksızın daha fazla bilgi üretiyor.
Comments